Çünkü biz ceza kavramı üzerine böyle şeyler düşünüyoruz ve ceza gibi hukuk okuyoruz. Sevgisiz kalmış insanlara acıyoruz ve herkesi bir ömre yetecek kadar sevmek istiyoruz.
birileri buraları okuyorsa okuduklarını belli etseler ya onlar, yazsalar ya bana da bişiler, yazılara da bişiler.ben merak ediyorum gün gün artan sayıları, meraklı bir insanım ya o bakımdan. :)
Güneş böylesine yakıyor, yel böylesine serinletiyorken; hele bir de o yelde deniz kokusu varsa çıldıracak gibi oluyorum. Yanılıyorsunuz bu kötü bir şey değil çünkü ben “beni bu güzel havalar mahvetti cümlesini olabilecek en olumlu haliyle kullanıyorum.
Sonra denizin üstünde yürümeye başladığımda imkansız diye bir şeyin olmadığını düşünmeye başlıyorum. Elbette bunun mucize olduğunu düşündüğüm kadar garipliğini de düşünüyorum. Hayat diyorum, vapurlar filan, inanası gelmiyor insanın, boğaz köprüsü yıkılmadan nasıl ayakta duruyor? Öyleyse imkansız olabilir mi?
“O’ nun bir şeyin olmasını istemesi yeterlidir. O bir şeye “ol” der o da hemencecik oluverir.”
Bu beni müthiş güvende hissettiriyor işte. Herneyse nereden başlayacaktım nerelere geldim. Mekanlar cümlelere giriyor biz istemesek de, işte…
Günüm bencillik üzerine düşünmekle başladı. İnsan ne bencil dedim. Ben de ne kadar bencilim. İnsan neden bir tek bundan öyle kolay sıyrılamıyor?
Dostuna kardeşine çay ikram edecekken sevdiğin bardağı ona mı verirsin kendine mi alırsın gibi o kadar sıradan ve o kadar günlük yaşantının içinden fırlayan sahneler geliyor ki güzümün önüne, ben diyorum ne bencilim kimi zaman. Ama sonra son zamanlarda bununla nasıl savaşmakta olduğumu hatırlıyor, vicdan azabından biraz olsun kurtulmaya başlıyorum.
Bir adam geliyor aklıma birden, bencilliği simgeliyor, sonra bir başka adam çıkıyor, bencillik dünyasında yok. (sanıyorsun) .. kendini gösterince nasıl da yıkıyor insanların üzerine kurdukları evrenleri. Nasıl bir yanılgı, nasıl bir hayal kırıklığı bağrımda kalıp taş oluyor!
“ Dünyanın en güzel en anlamlı caddelerinden birindeyiz. Gecenin ışıkları zihnimizi kurcalarken parlayan gözbebeklerimizi iyice açığa çıkarıyor. İçimdeki bebek mızmızlanıyor ve ‘seni ısırmak istiyorum’ diyorum. Çünkü insan içine katmak ister sevdiğini, yemek bunun en güzel göstergesi! Bir dakika isteyerek hırkasını çıkarıyor. İçine bir yaz kıyafeti giymiş. Kolunu sıyırıyor ve omzunu bana uzatıyor sonra. Büyülü hislerle ağzıma alıyorum omzunu dişlerimle parçalamamaya özen göstererek. Onu oracıkta yiyebilirim! Sonra ‘canın acıdı mı’ diyorum. Yargılamadan bakıyor bana, sen vampir misin diye bir soru zihninde belirmiyor eminim. (oysa gerekli şüpheleri vardı, akşam sokağa çıkma yasağım var diye gündüzleri evine gittiğimde perdeleri örterdi, mumlar yakardı mesela).. elini omzuma atıyor ve yürümeye devam ediyoruz. Sonra onun omzu morarmaya başlıyor. Oysa daha ne yaralar kuruyacak…
Sonra bir gün bir mektup yazıyor bana, tüm kötü adamlar, tüm bencil insanlar bir odaya kapatılsın ve gülmekten işeyene kadar cezalandırılsın diyor.
Çünkü biz ceza kavramı üzerine böyle şeyler düşünüyoruz ve ceza gibi hukuk okuyoruz. Sevgisiz kalmış insanlara acıyoruz ve herkesi bir ömre yetecek kadar sevmek istiyoruz. Ama bir şeyi unutuyoruz; bazı sevgiler bencillik barındırır, ‘o sadece senin olsun istersin’ ve bazı sıfatlar bazı sevgilere aykırıdır. Herkesin yari isen eğer ve bunu anlayamayacak, kötüye kullanacak birileri o sevgi çemberinin içine girince o çember çember olmaktan çıktı. ‘Sevmek sevgiliye davranış özgürlüğü getirir mi’ sorusunun yanıtını çok acı tecrübelerle öğrendik. Bu sevgilin bu da onun yeni sevgilisi, hadi tanışalım diyen adamın canını çok fena yaktılar o eski sevgililer, yeni sevgililer. Eski sevgilisinin koluna iğne yaptılar diye bile ağlayabilen bir adamdı çünkü o.”
Neyse ki o adam kendine büyülü bi dünya kurdu, gözleri ışıldıyor. Artık benim masallarımı paylaşmaya ihtiyacı da yok üstelik… içinden kötülük geçmemiş insanlara vurgunum, çok vuruldum!!!
Günüm devam ediyor. Elime bir hikaye kitabı geçiyor “küçük kara balık”. Çemberimde Gül Oya dizisinde konusu geçtiğinden beri alıp okumak niyetim, kaç zaman olmuş. Nefes almıyorum okurken. İçimdeki bencillik benzeri o bilmediğim hisle ilgili düşüncelerimin üzerine HANÇER vuruyor. O denize açılmak isterken içimden şehirler geçiyor güneşli havalarda, tren sesleriyle gidiyorum, denizlerde yürüyorum, bin bir mucizeye daha şahit oluyorum ve zekam beni kötü adamlardan korumaya yarıyor. Hayatta kalma savaşı bu! Küçük kara balık alacağını adlımı da bu hayattan hiç tanımadığı bir balığın hayatını kendi hayatına tercih ediyor? Düşünmeden yapmam artık imkansız.
Sevdiklerimin gözünde “özel” olma hissi beni ben yapıyor, özel olduğumu bildiğim için Allah’ı daha çok seviyorum. Ama bencillik buradada mı karşıma çıkıyor. Ben özelsem ama bana verilenlerden fazlası başkalarına da veriliyorsa. Sevdiğim adamlardan biri daha güzel bakıyorsa başkalarına, benden sakındığı cümleleri kuruyorsa bazılarına, sevdiğim kadınlardan biri kıymetli vaktini benden sakınıyorsa ve hatta kardeşim, canımın yarısı, benden daha hisli döküyorsa içini başkalarına (ben olmayan herkes başkası mı? ) NEDEN BU KADAR ÖNEMLİ? SAVAŞIYORUM.
Ve bir ayetle nihayete eriyor günüm, aklımdaki tüm sorular soğuyor;
“45-26 Biz onları sizden fazla imkanlarla donatmıştık. Onlara kulaklar gözler gönüller vermiştik. Fakat kulakları gözleri ve gönülleri onlara bir fayda sağlamadı.”
Eskiden bir adama aşıktım diyorum içinden, o adamla kendi düğününde ya da benimkinde dans etmek istiyorum.
Çevresinde olup bitenlerle ilgilenmeyen veya ilgilenmek istemeyen kişileri o konuda uyarmak boşunadır. Zira onlar ileriyi görmemekte direnir ve olaylar karşısında gaflet gösterirler. Bu bakımdan kendilerini uyarmak için söylenen sözler hep boşa gider, işe yaramaz.
Bu şarkıyı sevdiğini söylüyorsun. Sevdiğin şarkıyla ilgilendiğimden çok neden o şarkıyı sevdiğinle ilgileniyorum. Bunu sana nasıl anlatabilirim. Bunu bana nasıl anlatabilirsin.
Bazen o ışığı gördüğümü dile getiriyorum. Çünkü benim için “konuşmak” yazmak, söylemek, dile getirmek, işaret etmek, ima etmek, susarak anlamanı beklemek, dokunmak, sevmek, anlatmak, anımsatmak, bağırmak, fısıldamak ve benzeri birçok şekilde kendini gösteriyor. İnsanı insan yapan özelliklerden “konuşma” kimi zaman sanat gibi kimi zamansa gayet sıradan beliriyor. Bunu sana nasıl anlatabilirim.
Bir adam konuştuklarıyla bana dünyayı gezdiriyor, bir adam konuştuklarıyla bana okumadığım birçok kitabı okutuyor, bir adam konuştuklarıyla olmadığım bir şehirde yürürken ufkunda açılan pencerelerden beni de içeri alıyor, bir adam konuştuklarıyla gitmediğim filmleri bana da izlettiriyor, bir adam konuştuklarıyla düşündüğüm şeylerin aslında düşündüğüm gibi olmadığını anlatıyor, bakış açımı genişletiyor, bir adam konuştuklarıyla bana benden başka insanların geçmişlerini katıyor, büyüyorum, genişliyorum, bütün bunlar olurken beynim büyüyor, ufkum açılıyor, hayata bakışım değişiyor, düşünce eşiğim kendini geliştiriyor,, bunu sana nasıl anlatabilirim.
Bu şarkıyı sevdiğini söylüyorsun, üstelik dünyanın en güzel yerlerinden birindeyiz seninle, yediğimiz önümüzde yemediğimizi komşulara veriyoruz, biliyorum iyiyim, biliyorum iyisin, zaten bu kadar iyi olduğun için ben seninle, seni benim…
Dünyanın en güzel yerlerinden birindeyiz ve ben sana diyorum ki bu şarkının bana hissettirdiklerini bir bilsen… Gülümsüyorsun sadece, ne dediğimi anlar gibi gülümsesen, bunu görsem mesele yok ama bilmesen de, görmesen de, anlamasan da bana ne hissettiriyor diye sormuyorsun. Çünkü biliyorsun ki “ne hissettiriyor?” sorusu bir konuşma daha başlatacak. Çünkü biliyorsun ki o konuşma senin anlamadıklarına, senin bilmediklerine, senin düşünmediklerine ve senin konuşmadıklarına doğru yol alacak. Gülümsüyorsun ve tabii ki susuyorsun.
İki kişi telefonla konuşuyor, biri adam, biri madam. İki kişi telefonla konuşuyor ve bir şarkı çalmaya başlıyor aynı anda, ikisinin de bulunduğu aynı odada. İki kişi telefonla konuşuyor ve ikisi de aynı anda konuşarak aynı anda farklı şeyler anlatıyorlar birbirlerine. Sesler birbirine karışmıyor ama yine de, ikisinin algısı da anlattığı yerden devam ederken karşısındakinin ne anlattığını dinleyebilecek kadar açık. Sesler birbirine karışmıyor ve konuşmaya aç bu iki kişi kendilerini kendilerine büyük bir iştahla açmaya devam ediyorlar çünkü o güne kadar kendilerini başkalarına kapadıkları çok kapıları var. Büyük bir iştahla iki kişi telefonla konuşuyorlar ve o sırada bir şarkı çalmaya devam ediyor. Tabii ki aynı anda susuyorlar.
İkisi de susarak bu şarkıyı ne çok sevdiklerini anlatıyorlar birbirlerine –yoksa susmazlardı- ve ikisi de bu şarkıyı neden sevdiklerini biliyor.
"Goethe'den Ruha Dokunan Düşünceler" yeni adıyla "Ne Demiş Goethe"
Goethe, gerçek bir Faust, İranlı, Hintli, Barbar, Yunan, İtalyan... Bütün milletlerin vatandaşı ve bütün çağların insanı. Zamanın ve mekânın dilediği bölümünde yaşar. Dünya ve tarih has bahçesidir. -Cemil Meriç