Manşet

19 Eylül 2014 Cuma

Aramıza mesafeler koyma



     Mesela yere basmıyordum uyanınca. Pembe bir bulutun içine kalkıyordum. Öyle büyük hisler vardı dünyada ben unutamıyordum. Kalbim büyüyordu, içim ona dar geliyordu ve bu bir hastalık belirtisi değil kitlelerin afyonuydu. Ben unutmuyordum. Senin mesafelerinden ise uzaktım.

     Sokağa çıkarmaya çalışmıyordum hiç başımı. Benim evim sokaktı. Diyordum ki zaten gerçek bu, hayatın bu ikinci kanalı. Ölsek kalsak kim duyacak, Geride anıtlar kalacak, birilerinin fatihası şanslıysak.

     Diyor ki Ondan geldik, yine Ona dönücez. Bu cümleyi kuran da Ona dönecek. Eşyaların bile kalmayacak geride, seni doğuran ana toprak ana oluyorsa..

     Gerçeği biliyordu. İnancı sağlamdı. Öyle saygı duyuyordum ki ona. Benim heveslerim vardı. O biliyordu bunlar gerçek değil. Benim telaşlarım vardı. O diyordu bunlar gerçek değil. Yüzünde gerçeği bilmenin huzuru ve gururu vardı. Kuvvetini inancından alıyordu ayakları üzerinde hem dik hem bir hiç gibi duruşunun ardında bu gerçek vardı.

     Senin mesafelerin vardı. Seni tanıdıkça mesafelerini daha net görüyordum. Ve allahım diyordum ben bunca mesafeyle ne yaparım?

     O biliyordu ne kadar yalnız olduğumuzu ve ne kadar yalnız olmadığımızı da. Güvenli mesafeleri vardı. Dünyası benim dünyamla böyle iç içe nasıl yalnız ve nasıl sağlam basıyordu yere...

     Allahım ne olur mesafeler girmesin aramıza ya dönüşüyordu duam. Seksen yaşında aşık bir adamın gözyaşlarında boğulmamaya çalışırken. Ne olur Allahım. Dedem öldüğünde de ağlamadım, biliyorum sevenler kavuşacak, yeter ki sen aramıza mesafeler koyma.


                            Bunu sana diyorum, kendim de duyuyorum ama.











DEVAMI...

5 Ağustos 2014 Salı

çocukluk

     


     Kalbim koptu. Aksaray’ daydım. İğne atsan yere düşmez, top patlasa binlerce mevta. Kalbim koptu.

     Bazen filmlerde görüyordum seni. Artist olmuşsun. Onların gözleriyle karşındaki benlere bakıyordun. Yüzünü tutuyordum ben senin ve sen “bu gerçek” diyordun. Bu gerçek.

     Sen gittiğinden beri gerçeklik kılık değiştirip duruyordu oysa. Uzun zaman stabil kaldığı da oluyordu ve ben bu sefer bu gerçek diyordum. Cümle kurmayı unutuyordum. Yani konuşma dilini değil elbette, o birini kurarken ötekini kovalayan cümlelerden olanını…

     Bazen seni düşünemediğim için kendime kızıyordum. Gerçek olan bu değilse, düşünememek de normal diye avunuyordum sonra. Dedim ya gerçek kılık değiştirip duruyordu.

     Sonra sen filmden bana bakıyor ve bir cümle kuruyordun. Sonra o cümlen zamanlarca beynimin kıvrımlarında bir görünüp bir kayboluyor.


     “Gençtik” diyorsun, “tecrübesizdik bu çocuğu yaptığımızda” . “çocuk gerçek mi” diyorum. Çocuk büyüyor, çocuk hastalanıyor, biz bu gerçekliği sorgularken belki ölüyor. Sen “gençtik” diyorsun.
Biz gençtik diye çocuk ölüyor.



DEVAMI...

9 Ocak 2014 Perşembe

ilham.




*Her günüm başka Leyla, çok üzgün olabilirim. Bu yürek benim değil mi, yollara atabilirim.

Bir teselli biçimi olarak ilham: sen gelmediğinde gelirdi.
Bir armağan olarak ilham: yanında getirdiğin hediyeydi.

Seramik fincanda çay içiyorduk. Bardağın üzerinde desenler vardı. Sen bardağı kaldırıp indiriyordun. Birer yudum içiyordun, yavaş yavaş. Sen bardağı ağzına götürdüğünde şehrin bütün ışıkları yanıyordu. Kuşlar cıvıl cıvıldı bir ben duyuyordum. Evin kapısından bir çocuk çıkıp bisiklete biniyordu çünkü oralar hep düzdü, bisiklet kullanmaya müsait.  Bardağı masaya tekrar bıraktığında köprünün ışıkları sönüyordu. Rüzgar esiyordu, evlerin çatılarına bir şeyler oluyordu. Hırsız gelip çocuğun bisikletini çalıyordu ve içimdeki tüm kuşlar ölüyordu. Sen ben bardağa bakıyorum sanıyordun.

Seni konuşarak seni susarak seni daha iyi anlamaya çalışıyordum her seferinde. Bu benim yaşam amacım gibi bir şey olmuştu. Bazen elimi göbeğine dokunduruyordum usulca, çünkü birinin göbeğine dokunmak anne karnına dokunmakla eşdeğerdir. Dünyaya geldiğin zamandaki şartları daha iyi bilsem belki, seni doğuranı daha iyi bilsem belki, yazını okuyabilsem belki ve yazını yaşarken neler hissettiğini bilsem belki daha iyi anlarım diyordum.

Bazen kasten yaptıklarını dinliyordum senden, bazen kasten yaptığını söylediklerini başkalarından ve bazen istemeden yaptığını söylediklerini. Hangilerini gerçekte kasten yaptığını hangilerini gerçekte istemeden yaptığını hayal ediyordum sonra bir bir. Masaya ihtimalleri koyuyordum. İhtimalleri sıralayıp tabi yine daha iyi anlamaya çalışıyordum.

Şiirler okuyordum. İçinde acı olan her şeye saygım vardı. Saygım vardı çünkü acı çekebilmek bence büyük sanattı. Acı çekmemek ise bir tercihti. Ama bir de istemeden acı çekenler vardı ki bence cennetlikti onlar. Cennet tüm acı çekenlerin ayağının altındaydı ama cennet için bile acı çeken birinin ayaklarını öpmeyi tercih etmezdiniz.  Ben yemekler yapıyordum ve içine bol acı katıyordum. Acı yemekler yiyince cennetlik olmuyorduk ama.

Tüm umutsuzluklar güneş yokken oluyordu. Mesela ben birkaç gün güneşi görmesem yüzüm sirke satmaya başlayabilirdi. Dünya bu şartlarda kötü bir yerdi.

Sabah güneşi görürsem dünyanın en mutlusu bendim. O gün seninle deniz kenarında otursak, o çayı çay bardağında içsek ben bu kara yellerinden uzakta senin annenin karnından sana doğabilirdim.





DEVAMI...