Manşet

25 Temmuz 2011 Pazartesi

vega bir oyun karakteridir.


Mideme oturmuş kocaman bi alev topu var. dumanı ciğerlerimden öte kulaklarımdan gözlerimden çıkıyo. ama belli olmuyo. o kadar belli olmuyo ki yüzlerce çift göz baksa hiç bişey anlayamaz eminim.
hızlıca kararlar alıyorum. ya da karar alamıyorum. beklemeye aldım. uçak modunda bana kimse ulaşamıyo, ben uçağa biner binmez telefonumu kapıyorum. babam telefonumu uçak moduna aldım diyince uçakta olduğumu sanıyor. ona hayır uçakta değilim diyorum. o anlamıyor.
seninle kadıköy sokaklarında serseri mayın gibi ordan oraya savruluyoruz. dolaşmak ile savrulmak arasındaki farkı ikimiz de biliyoruz. düşlerden bahsediyoruz sonra, sana "düştü" diyorum. bunu söylerken hem düş olanlardan hem de düş kurarken düşenlerden bahsettiğimi sen de biliyorsun. büyük bir ivme kazandırırken düşüşümüze eğleniyoruz. öyle eğleniyoruz ki kahkahalar atıyoruz. herkes çok eğlendiğimizi düşünmekte haklı oluyor.
bana diyor ki "hissettiğim gibi görünüyorum, hissettiğim gibi görünmemeyi saçma buluyorum". "aramızdaki temel fark bu belki de" diyorum içimden, istesem de hissettiğim gibi görünemiyorum. sen hissettiğin gibi görünerek beni kırarken ben belki sırf seni kırmamak için bile hissettiğim gibi görünemiyorum. hissettiğim gibi görünürsem bana bakan bi yüz kalmaz. sana bakmaya yüzüm de olmaz. gören kaçar buradan.
bunları bir sana söylüyorum ve ekliyorum: kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla diye. gelinim anlamıyo, sen de kızım değilsin, seni ben doğurmuş olsaydım neye benzerdin bunu merak etmemek elimde değil. bu da bir çeşit aşk sanırım.
sana gözlerimi kocaman açıp bir mektup yazıyorum. beni sen okuyabil diye, anlamadığın yerler olduğunda çekinmeden soruyorsun ya, en çok onları açıklamaya çalışırken zorlanıyorum, çeviri bir sanattır ve ben bu sanatı pek de iyi beceremiyorum. hissettiğim gibi görünmediğimi bile bile bu kadar şeffaf olabilmek nasıl mümkün bunu bir sen biliyorsun.
saklambaç oyunu benim için birlikte saklanabildiğim biri varsa anlamlı oldu hep, seninle birlikte saklanmayı seviyorum. topaç çevirmeyi de öğrenmek istiyorum ama dönen dolapların içinde olmak daha kolay geliyor, dolabın ne yöne döndüğünü fark ettiğimde canım acısa da..
o anlamıyor diye kendimi anlatmaktan bıkmıyorum ya en çok da buna şaşırıyorum. "sıkıldın mı benden" diyor, "kendimden sıkıldım" demeye dilim varmıyor, "hayattan" diyorum. bunu söylerken senin cümlen zihnimde dolanıyor: istediğin mutluluk bu hayatta yok, o hayat başka bi hayat.
bazen aynı olaya binbir farklı anlam yüklüyorum, bu anlamları bir bir açıklıyoruz, bir bir açıklarken atladığımız mutlaka vardır ve asıl anlam o atladıklarımızda gizlidir belki diye düşünmeden edemiyorum. "düşünmeden edebilsem daha mutlu bi insan olur muydum acaba" diyorum, "mümkün" diyorsun, "daha mutlu olabilirdik belki".. edemiyoruz.
saklambaç oynuyoruz yine, saklanırken ben sana benden başka yalnız bir kişinin şahit olduğu birtakım olaylar anlatıyorum, gözlerim çok fazla resim gördü diye bu resimler uykumu kaçırıyor ama elimde delilim yok, diğer şahit usta bir yazar, hem yazıyor hem oynuyor, sen bana inanıyorsun. sen bana hiç sorgulamadan inandığın için ben de sana anlattıklarımın gerçek olduğuna inanıyorum. yoksa inanmamaya meyletsem inanmam belki diyorum içimden, öteki şahit çıkıp :hepsi bir oyundu diyor. bir tek bunu söylerken oynamıyor.
"seni beklemek istemiyorum artık" diyorum pervasızca, "sanki ben bekletmek ister miyim" diyor, "banane" diyorum "bir şeyler yap". "bunu söylerken yalnızca kendini düşünüyorsun" diyor. haksız olduğunu düşünüyorum, beklemek bekleten varsa süregelen bir hal midir diye düşünmeden duramazken...
"yargıç" diyorum, kendime hakim olamayan ben, hakim olmayı da istemezken, yargıç olmayı bir nebze olabilsin başarabiliyorum. "anlamları aynı bile olsa hakim ile yargıç farklı şeylerdir" diyorum içimden, sana "hakimle yargıç aynı şeydir" derken...

DEVAMI...

7 Temmuz 2011 Perşembe

İbrahim içimdeki putları devir


Beykoz seyahatime eşlik eden ses İbrahim'i anlatıyordu. İbrahim'in putları nasıl devirdiğini ben o sıra keşfediyordum. Zihnimden türlü senaryolar yazarak kaderimi görmeye çalışıyordum. Buna hep merakım vardı. Yıllar önce yazdığım bi yazıyla Beykoza gidip hayalimi terk ettiğimi anlatıyordum. Oysa o vakit Beykoz neresi onu bile bilmiyordum. İbrahim'i hayal ediyordum ve putları nasıl yıktığını. İbrahim sanki başına gelecekleri biliyordu ve sanki sırf bu yüzden teslim oluyordu. İbrahim teslim mi oluyordu yoksa rüyalarına fazla mı inanıyordu onu düşünüyordum. Ne haddimeyse “ben de inanırım rüyalarıma” diye geçiriyor içimden ve mukayeseye girişiyordum, belki içimden günah işliyordum. Can kulağıyla dinliyordum.

İbrahim'e müjdelenen bi “İshak” sesi duyduğumda yine irkiliyordum. Bu isme nedenini hala anlayamadığım bir zaaf besliyordum. Vakti geldiğinde bana da bir “İshak” müjdelense ya diyordum sonra. Ama adını “İshak” koymaktan vazgeçtiğimi hatırlatıyordum kendime. Bir evlat verilince kucağına ne hisseder bir insan onu düşünüyordum. Üstelik daha bir önceki gece “erkek olacak” diyordum ablamın hamile olduğunu öğrendiğimde. İçime doğuyor diyordum, ne zaman hamile kalacağını bildim diye kehanette bulunuyordum, bunu sadece bir oyun olarak görüyordum yoksa gerçekten içime doğuyor mu onu ayrımına ben bile varamıyordum.

Sonra camdan bakıyordum ve sanki otobüs denizin üzerinde geziyordu, ben denizin üzerinde geziyordum, kulağımdaki ses sen hayranlık duyuyorsun diyordu başımla onaylıyordum evet ben haranlık duyuyordum. Ama neden içimde putlar var?

“İbrahim içimdeki putları devir elindeki baltayla!”

.
.
.
.

Sonra ben hayatımda gördüğüm en güzel bebeği görüyordum. Uyuyordu. Daha sadece 3 aylıktı ve uyuyordu. “Çok güzel” diyordum “evet çok güzel” diyordu güvenlikçi amca “kimin” diyordum “şu bayanın” diyordu amca “kız değil mi” diyordum “evet” diyordu “ama çok güzel!” “Evet” diyordu “çok güzel bir bebek ama Allahın işi işte” diyordu amca “bak bu da oğlu” . Oğluna bakıyordum, oğlu da bana bakıyordu ama beni görmüyordu. “Allahın işi işte” diyordu amca. Ben oğlunu görüyordum, “annem dışarıda” diyordu ama o beni görmüyordu. Allahın işi işte diyordu..
DEVAMI...