Manşet
kitap mitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap mitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mayıs 2010 Perşembe

fakat müzeyyen bu derin bir tutku


(ilhami algör hayranı oldum ben, görün bakın neden...)





* Tütünümü, anahtarımı aldım, evden tam çıkıyorum, bir şeyin eksik olduğunu, eksik olanın ruhum olduğunu fark ettim. Önemsemedim. Yol, bana uygun bir ruh önrebilirdi. kapıyı çektim, kilidin dili yuvasna otururken "Nereye?" dedi. Aldırış etmedim, çıktım.

* Memleketimin "Bakışlar" tarihinde bu kadar aleni olmayan, hatta bu semtin, kapağı buhar kaçırmadan önceki zamanlarda bizzat ürettiği bakışlar vardı: "Yabancı" ya yabancılığını hissettirecek bakışların ayıp, abes , yersiz addedildiği zamanların bakmayan bakşları.
Bir de , şehirde olan ancak şehre ait olmayan , gerçek mi düş mü olduğuna karar verememiş , karar vermeye de pek niyetli görünmeyen mekanların bakışları vardı.

*Gözümün önüne Müzeyyen'in bakışı gelmişti. ......... Ya da bana öyle gelmişti. Bir şeyin gerçekte öyle mi olduğu yoksa bana m öyle geldiği konusu her zaman kafamı karıştırırdı.

* Garibanların garibanlık nedenleri karşısında sarsak ve telaşe olmalarını affedemiyorum.

* Her şey benden önce olmuşsa, bana olacak bir yer, durum kalmıyor muydu? bana ait tek kişilik bir iskemle, oda , yok muydu bu dünyada?

* Böyle olmasını istemezdim ama hep olurdu. Dünyanın bütün Kızılderilileri yenilir, Spartaküs kaybeder; gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele her filmde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Ağladıkça Sadri'ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri'nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine...

* Ses tonlamalarına takılırdım. Sesler her şeyi söylerdi. Takıntımı atladım...

*Herif rüzgarı kendinden menkul uçurtmanın teki. Ara sıra tellere takılır gibi kadına geliyor gece yarısı...

* Müzeyyen hikayeyi tek yumrukta yere serince, bu kadar kolay devrilenin hikaye mi yoksa ben mi olduğuna kafam takılmış, peşinden gidip sormuştum: "Usta, çıkışımız yok mu?" "Teorik olarak olması gerekir" demişti.

* Mesafeli bir yerden konuşuyordu. Oraya nasıl ve ne zaman gitmişti? Ben mi göndermiştim? Taksi mi tutmuştu?

* Ne olmuştu da , "Seninle dünyanın her yerine gelirim" diyen Müzeyyen , durduğu yerden çekip gitmelere başlamıştı. Nerelere gidiyordu? Gelirken getirdiği bakışlar ne dalgaydı? Hangisi Müzeyyen kimdi? İlk tanıdığım kimdi, şimdiki kim?
Sigaramı yaktım. Müzeyyen'in gözleri içinden, bir çukur ya da kuyudaymış gibi, bir yerlere sıkışmış da yardım istermiş gibi bakan yabancıya sırtımı döndüm ve son kez , üçüncü şahıs konusunda, kendime direndim.

* Beni her yoğuruşunda, sırtüstü yatıp karnını açan kedi yavruları gibi, teslim ve mest oluyordum..............

* Uzaklaşan şeylerin gözden yitişini görmemek için, gözlerimizi başka yöne çevirsek bile, yine de ne bok yemeye bir taraflarımızla geyik gibi bakardık?

* Müzeyyen, kalkıp başka birinin yürüyüşüyle çamaşır toplamaya gitti.

* An bile olmayan bir kısalıkta sanki bendekiler ona ondakiler bana geçmişti. Ağlamak istedim. Bunu başka biri istemiş gibi geldi. Ağlamadım. "Git" dedim balığa, iter gibi değil, "Sen git, ben geliyorum" der gibi, gitmesi gerekiyormuş gibi. "Git" dememe gerek yoktu. Kelimenin hissi geldiğinde o gitmişti. Sular çekildi.

* Ben kendimi , en sivil hallerimin tanığı olan mekana giren adam olarak hissederken , ayna beni , arkasında boş bir koridor olan adam olarak gösteriyordu.

* "Aynadaki kadın benim zıttım" demişti, "ben ne kadar ev haliysem, o okadar sokak. Ben sokulgan isem, o başını alıp giden. Ben gündüzüm, o gece... Çapkın, güçlü , özgür."

* "Müzeyyen" dedim, "sende hicran yarasından derin yara mı var? "
Verdiği cevabı alıp , suda eritip, yemeklerden sonra bir kaşık "ben böyleyim"
Birden , gidip düz ovada keklik avlama fikri geldi. Vazgeçtim. Cevabı bana yetmemişti. Adama sorarlardı: "Kim ikiye böldü dostum seni?"

* Ben sözlerden değil bakışlardan tırsardım. Bakışların arkalarını sezer, sezgilerim doğrulanana kadar mecburen bekler , beklerken kafayı yerdim. Konuşunca mesele yoktu. Ayrıca bu devirde herkes en azından iki tane idi. Daha kalabalık olanları da görmüştüm.

* "... Hani mamur olacaksa viranlar..?"

* " Aslında, tam diye bir şey yoktur" dedim, "her tam, bir üst yarımın alt basamağıdır. Yani yarım da bir bütündür"

* Müzeyyen' in , il kzamanlarımızdaki bakışlar ile çevresine gülümsediğini gördüm. Bugün yine gönlümün bahçesinde gezindim bakışlarını, "Sensiz sazın zevki mi var?" bakışlarını, ve bitpazarı hamalının taşıdığı aynalı konsol önümden geçerken , kendi bakışlarımı: Öyle bir der giriftarım ki...

* "Nereye gidiyorsun çocuk" dedim içimden, "büyümeye mi?"




İlhami Algör - Fakat Müzeyyen bu derin bir tutku ( Merkez Kitaplar, 67 syf. )
DEVAMI...

31 Mart 2010 Çarşamba

Sana ne yazabilirim ki?


Tezer Özlü “Ben en çok seni kavrayabiliyorum. Nasıl anlatayım. Senden başka hiçbir insanı tam anlamıyla, bütünüyle kavrayamıyorum” dediği Ferit Edgü'ye yazdığı mektuplardan öykü ve romanlarında olduğu gibi yalnızlığını dile getiriyor. Bu yalnızlıktan devşirdiği acıları, hüzünleri, sevinçleri ve mutlulukları; yeni kitaplarının ortaya çıkış süreçlerini anlatıyor

SEVENGÜL SÖNMEZ (Arşivi)


Yazarların mektupları -hangi nedenle ve kime yazıldıkları bir yana- edebiyat tarihçilerinin en önemli kaynağı olduğu gibi okur için de bir sanatçının iç dünyasına açılan kapılardan biridir. Kimi mektuplar, sanatçıların dünyaya ve sanata bakışını, eserlerinin izleğinde ama daha aydınlatıcı bir biçimde çıkarır önümüze, kimi mektuplar ise hayatın içinde sanatçının nerede ve nasıl durduğunu/ duramadığını anlatır. Bu nedenle yazarla yapıtı arasında kurulabilecek bağı önemseyen ya da araştıran biri için mektup, anı vb. metinler oldukça önemlidir.
Ferit Edgü, Her Şeyin Sonundayım (Tezer Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları) adlı kitaba yazdığı önsözde yaşamlarıyla yapıtları arasında sınırlar olmayan yazarlardan bahseder. Tezer Özlü de Edgü’nün deyişiyle bu yazarlardandır: “Tezer Özlü, bu tür yazarlardan biriydi. Yazarlık gücünü yaşadıklarından alan, yaşadıkları için yazınsal bir dil yaratan, varoluşunu yazmaya, yazısını varoluşuna borçlu biri.”
Mektup, en özel şeylerin anlatıldığı, sanatçının eserleri dışındaki dünyasında olup bitenlerin yer aldığı bir metin olarak, okurun sanatçıyı başka açılardan da tanımasını sağlarken, edebiyat tarihçisinin, pek çok eksiği gidermesine, tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış, unutulmuş gerçeklere ulaşmasına, kimi zaman da yanlışları düzeltmesine yardımcı olur. Edebi değeri her ne kadar büyük olursa olsun, bütün mektupların öncelikle “özel” olduğunu bilmek, bu türden yararlanarak yapılan araştırmalarda, çeşitli engeller yaratmaktadır. Araştırmacının karşılaştığı soru, bu türün genel sorunu olarak karşımıza çıkan, bir yabancı olarak bizim bu mektupları okumaya hakkımızın olup olmadığıdır.
Benzer bir kaygıyla uzun süre bu mektupları yayımlamayan Ferit Edgü mektupların yayımlanma serüvenini de önsözde anlatmaktadır: “Her yazarın kendine ait (Virginia Woolf’un deyişiyle) bir odası olduğuna ve bu özel odaya, eline kitabı alan herkesin girmeye hakkı olmadığına inandığım için. Bugün, Tezer’in tüm yakınlarının izni, hatta isteğiyle, bu mektupları yayımlarken önemle belirtmek istediğim bir nokta var: Tezer, hastalığının düşüşe geçtiği dönemlerde (bazıları klinikte) yazdığı mektuplarda, yaşadıklarını dile getirdiği kadar, saplantılarını, (sözcüğü bağışlayın) sabuklamalarını da dile getiriyor. Okur, bu mektupları bu gerçeği göz önünde tutarak okuyup anlamalıdır.”
1966’da başlayan ve 1985’in son günlerine dek süren bu yazışmalar Tezer Özlü’nün yazdıklarının kılavuzu ve ruhunun iç dökümü. Ancak bu mektupları çarpıcı kılan sadece bu özellikleri değil, mektuplarda edebiyatı her an yaşayan, yaşamla yazmak arasında gidip gelen bir ruhun izini sürmek mümkün.Üstelik her mektup büyük bir kütüphanenin habercisi.

Özel hayatı da var
Tezer Özlü’nün en yakınlarından biri olan Ferit Edgü’ye yazdıklarında özel hayatına ilişkin kimi ayrıntılar da vardır. Evlilikleri, boşanmaları ve günlük hayatın sürdürülmesi için yapılması gerekenler. Bütün bunları yazarken de Tezer Özlü’nün kendine has anlatımını görürüz. İç kıyıcı ama uzaklaşılıp bakılması gereken meselelerdir bunlar. İlerlemiş depresyonunda kullandığı ilaçlar, doktorlar, hastaneler de yer alır mektuplarda. Bunlar okurun Özlü’nün dünyasına bir adım daha yaklaşmasını ve onun yaşamaya ya da ölmeye, gençliğe ya da yaşlılığa dair düşüncelerini öğrenmesini sağlar. Okur onun bitmek bilmeyen umudunun bir parçası olur mektupların ilerleyen sayfalarında:
Çok iyiyim, bir haf ta sonra hastaneden çıkacağım. Çok yeni, çok güzel günler bekliyor beni. Bunların hepsini hak ettim. (Ankara, 9 Ocak 1967)
Artık, hastalığımın düşüncesi de kafamdan sıyrılmaya başladı, üstelik bu durumun yararlı yönlerini bile bulmaya başladım... (Ankara, 13 Ocak 1968)
Yazının başında da söylediğim gibi mektuplar bir yazarın evrenini aydınlatan, onun edebiyata ve diğer sanatlara nasıl baktığını gösteren önemli metinlerdir. Tezer Özlü’nün Ferit Edgü’ye yazdığı mektuplar onun sinemaya ve müziğe olan tutkusunu da açıkça ortaya koymaktadır. Erden Kıral’ın filmler başta olmak üzere, izlediği filmler, dinlediği müzikler mektupların satıraralarında uçuşur gider:
Çok iyi olan pikabımdan Bach’ı kaldırdım, Telemann’ı koydum. Torelli ve Marcello’yu da çok sever oldum, ama plağı yok. Hiç plak yok zaten (2 Bach, 1 Händel, bir de Telemann var). (İstanbul, 11 Şubat 1967)
Ingmar Bergman’ın Yaban Çilekleri ve Aynadaki Sessizlik adlı kitaplarını çeviren Tezer Özlü okurken bir yandan da çeviriyi düşünmektedir. Ferit Edgü’ye sıkça çevirmek istediği kitapları yazar. Kitapları ve yazarlarını uzun uzun anlatır: Çevirmek istediğim üç kitap var: 1) Golem 2) Max Brod/ Kafka 3) Peter Weiss (Abschied [von] den Eltern). (İstanbul, 11 Şubat 1967)
Neredeyse tüm mektuplarında okudukları kitaplar vardır: Vladimir Neff, Kafka, Dostoyevski. Ferit Edgü’yle ikisinin ortak aşkları Kafka’dan sıkça söz eder Tezer Özlü:
Yazmış olduğun mektup gerçekten çok güzel. Onu Kafka’nın “Briefe an Felice”si kadar seviyorum. (Ankara, 16 Şubat 1967) Zaten müşterek aşklarımız çok. Dostoyevski, Kafka. Bir yıldır ben de yalnız Kafka okuyabiliyorum. (Endenna, 26 Mart 1984)
Tezer Özlü’nün pek çok yazarı keşfine tanıklık ederiz bu mektuplarda. Peter Weiss başta olmak üzere Robert Walser’i okumanın heyecanını sürekli dile getirir: Robert Walser’i tanır mısın? İsviçre edebiyatının bence en önemli yazarı. Tam bir Kafkaesk korku ve Dostoyevski yüreği ve zaman zaman Gogol acı humoru taşıyan bir yazar. (Zürih, 7 Ağustos 1984)
Robert Walser’i Türkçeye çevirmek ister. İsviçre’de Pro Helvetia adlı bir kurumdan yardım almayı ve onların vereceği parayla kitabı Ada Yayınları’ndan yayımlamayı planlamakta, bunun için de Ferit Edgü’yü ikna etmeye çalışır.
Ferit Edgü’nün Tezer Özlü’ye yazdığı (kitapta yer alan) ilk mektup 20 Mart 1984 tarihini taşımakta. Bu mektup Türk edebiyatına bir başyapıtın kazandırılma hikâyesidir gerçekte. Ferit Edgü Tezer Özlü’nün “Bir İntiharın İzinde” adıyla yazıp gönderdiği kitabı okumuş ve ilk izlenimlerini yazmıştır:
“Bir İntiharın İzinde” müthiş bir kitap. Çok müthiş bir kitap. (Başka sözcük bulamıyorum.) Yıllar var ki böyle bir metin okumadım. (Tabii Türkçe metinlerden söz etmiyorum.) Bana gençlik yıllarımda, Rimbaud’yu, Lautreamont’u, daha sonra Kafka’yı, Rilke’yi, Hölderlin’i keşfettiğim günleri yaşattı.
Birkaç yıl önce, çocukluğunun soğuk geceleri için düşünüp de söyleyemediğim, dile getiremediğim buydu işte: o malzemenin öykülemeye değin, böylesi bir çığlığa dönüşmesi gerektiğini düşlemiştim. İçine sıçayım edebi türlerin. Romanın. Öykünün. Şiirin. İçine sıçayım. Bana yaşamın ucuna yapılan yolculuklar gerek. Bu yolculuğun türü olur mu?
Ferit Edgü’nün bu satırları unutulmaz bir kitap adını müjdeler: Kitabına ne güzel yakışırdı YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK.

Varoluşun ucuna yolculuk
Sonraki mektuplar boyunca Yaşamın Ucuna Yolculuk’u ve Pavese’yi konuşurlar. Tezer Özlü bu adı benimser, Celiné’nin Gecenin Sonuna Yolculuk’a benzemesinden biraz çekinse de 26 Mart 1984’te kitabının kendi içindeki yankısını dile getirir: Dediğin gibi, kitap benim varoluşumun ucuna yolculuk. Belki bundan sonra ölümümün ucuna da yolculuk edebilirim.
Ferit Edgü kitabın kusursuz yayımlanması için çok çalışmış ancak Tezer Özlü’nün düzeltileri geç kalmış, dizgide, düzeltide aksaklıklar olmuştur. Kitap Edgü’nün içine sinmeyecek biçimde hatalı çıkmıştır. 27 Nisan 1984’te yazdığı mektupta basılmış üç bin kitabı kalorifer kazanında yakacağını söyler ve 7 Mayıs’ta da “Kitap bu yanlışlarla çıksaydı, çıldırırdım. Çünkü herhangi bir kitap değil” diye yazar.
Yaşamın Ucuna Yolculuk’la birlikte Svevo ve Handke’nin kitabı da yayımlanacaktır. Tezer Özlü bu tesadüfe çok sevinmiştir. Ferit Edgü Handke’nin kitabının Türkçe adı için öneriler göndermesini ister Tezer Özlü’den. Tezer Özlü kitabın adını çok sevmiş ve kendine çok yakın bulmuş olmalı ki sonraki mektuplarda da sıkça bu kitabın adına göndermeler yapmıştır:
Handke’nin Wunchloses Unglück adı için birkaç öneri yazmayı denedim... Bir saniyede şu sözcükler boşaldı: Mutsuzluğun İsteksizliği (kelime çevirisi)... Mutsuzluğun Boşluğu/ Mutsuzluğun Sessizliği/ Mutsuzluğun Hiçliği/ Mutsuz Bir Hiçlik/ Mutsuzluğun Bırakılmışlığı/ Mutsuzluğun Durgunluğu. (Zürih, 27 Temmuz 1984)
Ferit Edgü Yaşamın Ucuna Yolculuk çıktıktan sonra gazete ve dergilerde çıkan yazıları, eleştirileri kesip bir kopyasını Tezer Özlü’ye gönderir. Bunların içinde Fethi Naci’nin yazdıkları hayal kırıklığı yaratır Tezer Özlü de, hatta biraz kızdırır bile onu:

Fethi naci’ye kızar
Benim kitap için Fethi Naci’nin yazdığını okudum. Biz neler yazıyoruz, onlar neler yazıyor. Ne gibi bir dil kullanıyorlar. Aramızda uçurumlar var. Ayrıca kitap üzerine bir tek cümle kurmayı başaramamış. Ama kendi sorunu. (Zürih, 1 Ekim 1984)
Mektuplar boyunca Sezer Duru, Orhan Duru ve Demir Özlü’nün Tezer’in hayatındaki yerini de görürüz. Sezer ve Demir kardeş olmaktan çok ötede, onun varoluş mücadelesinin de yazarlığının da en önemli destekçileri olurlar. Ferit Edgü’nün de yakın arkadaşları oldukları için mektuplarda karşılıklı olarak haberler verilir, buluşmalar anlatılır, planlar yapılır. Her buluşma bir şenliğe dönüşür.
Tezer Özlü “Ben en çok seni kavrayabiliyorum. Nasıl anlatayım. Senden başka hiçbir insanı tam anlamıyla, bütünüyle kavrayamıyorum” dediği Ferit Edgü’ye yazdığı mektuplardan öykü ve romanlarında olduğu gibi yalnızlığını dile getiriyor. Bu yalnızlıktan devşirdiği acıları, hüzünleri, sevinçleri ve mutlulukları anlatıyor. Bütün bunları yazdığı kişi en yakın arkadaşlarından biri olunca çok daha derin ve yoğun hissediliyor yaşadıkları. Yapıtlarına kaynaklık eden o iç huzursuzluğun ve arayışın izleri, -belki tamamı- bu mektuplarda karşımıza çıkıyor.
Her Şeyin Sonundayım Tezer Özlü’nün olduğu kadar Ferit Edgü’nün de sanat anlayışına, edebiyatçılığına , Yaşamın Ucuna Yolculuk’un yayımlanma serüveninde öğrendiğimiz üzere yayıncılıktaki titizliğine de ışık tutan mektuplardan oluşuyor. Edgü’nün ruh hallerine, yazma ve okuma tutkusuna ama dahası iyi edebiyat karşısındaki heyecanına tanıklık ediyor bu mektuplar.
Anlatıklarıyla ve anlatım biçimleriyle mektubun edebi bir tür olduğunu açıkça ortaya koyan bu mektuplar Tezer Özlü ve Ferit Edgü’nün yapıtlarıyla birlikte okunabileceği gibi tek başına da birer mücevher. Toprağın en derin yerlerinden kazılarak getirilmiş, bu kazının tüm darbelerini içinde barındıran ama ışıl ışıl parlayan bir mücevher.

“HER ŞEYİN SONUNDAYIM”
Tezer Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları
Sel Yayıncılık
2010
111 sayfa, 10 TL.




http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetay&ArticleID=987510&Date=31.03.2010&CategoryID=40
DEVAMI...

16 Şubat 2010 Salı

2009'un "Düşünce Suçları" Kitaplaştı


Düşünce Suçuna Karşı Girişim, “Düşünceye Özgürlük 2009” kitabını yayınladı. Kitapta 2009 yılında düşünce suçundan ceza alanlar, aklananlar, düşen davalar, engellenen yayın ve etkinlikler, ve düşünce suçları ile ilgili yasa maddeleri var.

Çiçek TAHAOĞLU İstanbul - BİA Haber Merkezi15 Şubat 2010, Pazartesi 1995'te Yaşar Kemal'in Der Spiegel dergisinde, devletin Kürt politikasını eleştiren yazısı nedeniyle Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde (DGM) yargılanması üzerine 1080 kişinin yayıncı olduğu 80 sayfalık bir kitapla bütün düşünce suçlarını ve suçlularını temsilen 10 yazı yayınlanmıştı.

Kitap hakkında dava açıldı ve 185 kişi yargılandı ama Düşünce Suçuna Karşı Girişim, yargılanan ya da ceza alan "düşünce suçlularının" yazılarını, "suç" olduğu için engellenen düşünceleri ve bu durumla ilgili hukuksal süreçleri her sene kitaplaştırmaya devam ediyor.

36 gazeteci 2010'a ceza evinde girdi

"Düşünceye Özgürlük 2009" kitabında geçtiğimiz yıl olup bitenler özetlenirken ilginç bir noktaya değinmiş kitabın yazarlarından Ceren Baykal; Anayasanın 288.maddesi, yani adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs.

Düşünce suçuna Karşı Girişim'in hukuk sorumlusu olan Baykal, "Etkilenmekten korkan bir zihniyet hala yaşıyor ki 'etkilemek' diye bir durumun olabileceğini asla kabul edemeyeceğinden 'etkilemeye teşebbüs' edilmesini cezaya tabi tutuyor" diyor. "Yani bir yandan yargı kesinlikle etkilenebileceğini kabul etmiyor ve adli yargılamayı etkilemek diye bir suç olmuyor da teşebbüs suçu diye bir suç kalıyor ceza yasasında."

Peki 2009'da neler oldu? Kitapta bunlar şöyle özetleniyor:

- Demokratik açılım adı altında Kürt meselesi konuşulabilir bir konu oldu.

- Kürt medyasının karşılaştığı yasakların yanı sıra TRT Şeş'e 24 saat yayın hakkı tanındı.

- Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu'nun verilerine göre Türkiye'de yedisi Yazı İşleri Müdürü, 36 gazeteci ve yazar 2010 yılını cezaevlerinde karşıladı.

- 20 Ekim 2008'de başlayan Ergenekon ana davası birinci yılını geride bıraktı.

- 2009 Newroz, Kadınlar Günü ve İşçi Bayramı tarihlerinin birbirine yakın olduğundan, emniyet yetkilileri "gerekli" malzemeler için ihale açarak cop, biber gazı, tazyikli su gibi malzemelerini stokladı.

- 1 Mayıs'ta Taksim'de kutlama yapılmasına izin verildi, ancak polise göre 108, ÇHD'ye göre 400'ün üstünde kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlardan 5 kişi gözaltında işkenceye maruz kaldıklarını söyleyerek İHD'ye başvurdu.

- Medyanın taş atan çocuklar olarak adlandırdığı TMK mağduru çocuklar için çalışan "Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları"nın söylediğine göre, çocuklar açık görüşte ve ailelerinin gözü önünde işkenceye maruz kaldı.

- Anayasa Mahkemesinin 11 Aralık'ta yaptığı açıklamayla DTP'nin temelli kapatılmasına karar verildi. Partinin üst düzey yöneticilerine siyaset yasağı getirildi.

Ceza alan, aklanan ve düşen davalar
Kitapta, Düşünce Suçuna Karşı Girişim'in yıl boyunca izlediği davaların en ilginç ve tipik olanları yer alıyor. Ceza alan, aklanan ve düşen davalar, davaya dayanak oluşturan suç, hukuki süreç ve dava sonuçlarıyla anlatılıyor. Yer verilen davalar arasında Osman Baydemir, Aysel Tuğluk, Leyla Zana, Ragıp Zarakolu, Nedim Şener, Nedim Gürsel, Erol Karaaslan, Ahmet Karayay, İbrahim Kaboğlu, Baskın Oran ve daha birçok isim var.

Kitapta ayrıca 2009 yılında engellenen tiyatrolar, konserler, afişler, seminerler, festivaller, yürüyüşler, sergiler, kitaplar, gazeteler, dergiler ve internet siteleriyle ilgili bilgiler yer alıyor. Son olarak Ergenekon davası, 2009'da yaşanan polis şiddeti ve DTP'nin kapatılmasına ilişkin yazılarla bitiyor kitap.

Düşünce özgürlüğü, bu konudaki yasal düzenlemeler ve bu düzenlemelerden doğan mağduriyetler hakkında önemli ve ilginç bilgilere ulaşabileceğiniz bir kitap.(ÇT)

* Düşünce Suçu(!?)na Karşı Girişim'in internet sitesine http://www.antenna-tr.org adresinden olaşabilirsiniz.

** "Düşünceye Özgürlük 2009", Düşünce Suçu(!?)na Karşı Girişim, Can Matbaacılık, İstanbul, 2010, 143 sayfa.
DEVAMI...