Manşet

25 Ekim 2010 Pazartesi

sen de yaz yaz yaz..


Tercihler ve tercihler arası doğan çelişkilerden oluşan bir dünya… Adına “yaşantı” diyoruz. Ama bir de daha biz tercih hakkımızı kullanmadan sahip olduklarımız var. Ailelerden, kan hısımlıklarından, evlerden ve arabalardan bahsetmiyorum. Bazılarımız dünyaya gelirken “çok sesli” geliyor. Burada bahsettiğim “seslilik”, bir bebek ağlamasının karşılığı değil. Hani şu oyuncuların dillerinden düşürmediği cümle var ya: “Sahnede istediğim kişiliğe bürünebiliyorum,” gibi. Ama bundan önce cevaplarına göre farklılık gösteren başka bir soruyu dile getirmeliyim: Yazar niçin yazar? Ya da, kim yazar?

Az önce bahsettiğim çok seslilik, belki buna cevap bir anlam teşkil edebilir bu noktada. Çünkü insan yazarken kendi olmak zorunda değil, yazdığı- düşlediği bambaşka bir dünyaya dâhil olma arzusu, yazarın yazma isteğini karşılayabilir. Kimine göre bu istek, zaman zaman ya da belki her zaman nefes almak, yemek yemek, uyumak gibi tüm insanî faaliyetleri karşılayacak yegâne eylem olabilir. Yazmanın nedenlerini, düşlemek ekseninde ele alınca işte bu yazdığın kişiliğe bürünmek, düşte olmak, düş yaşamak gibi kavramlar dökülüyor zihnimden.

Yazma eylemine bir ifade etme aracı olarak bakarsak eğer, bir takım kalıplar çıkıyor karşımıza. “Yazarlar pek konuşmayan insanlardır; kendilerini en iyi yazarak ifade ederler,” gibi bir cümle okumuştum bir yerlerde. Kesinlikle katılmıyorum. İfade etmenin sanatını yapan birinin kesinlikle hitabet sanatını da becerebilmesi gerekir. Ben bunu kendimce gereklilik olarak dile getiriyorum ama belki bu inancı taşıdığım için öyle olmaya çalışıyorum.

Son olarak, yazmasaydım ölürdüm demek, benim için bir tercih meselesine dönüşüyor. Yazmayı tercih etmediğimden içimde ölen birçok ruh, sayfalarca hikâye var. Mezarlık gibiyim. Ama yine de bazen cümle kurup hayat veriyorum bir şeylere, birilerine, bir yerlerde… Bir kadının kitap yazdığı için öldürülmeye mahkûm edildiği günlerden bugüne yazmayı tercih edebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum.
DEVAMI...