Manşet

18 Nisan 2012 Çarşamba

karnı ağrımasın.



Onunla sohbet ederken kendim kendimi bir yangının içine atıyor. Önce saçlarım yanıyor. Sonra gözlerinden bir çocuk yangına su döker gibi oluyor. Döker gibi oluyor çünkü aslında o bardağın o yangına yetmeyeceğinin farkında. Yangın su içmek istiyor ve dünyanın bütün suları ona şelale olsa az. Saçlarım yanıyor. Saçımın ucu yansa benim neden içim yanık oluyor bunu düşünüyorum. Rüyamda yanan evler görüyorum. Yanan evler bitişleri simgeliyor. Onunla sohbet ediyorum. O bana tarih döküyor ben ona coğrafya çiziyorum. Resim defterindeki sıradağlar arasına sıralanan evler de yanıyor. Biz evlerin içinde olmuyoruz. Evler deprem yönetmeliğine uygun yapılıyor ama biz evlerin içinde olmuyoruz. Evler tarihi eser statüsünde kalıyor ama biz evlerin içinde olmuyoruz. Üstelik evlerin içinde olmamamız evlere sığamadığımız için değil. Daha kötüsü de var. Evler denize bakıyor. Deniz onlara. İçimde deniz, yangın, şelale daha…

Sonra aynaya bakarken kusurlarımı görüyorum. Sonra poz veriyor yine kusurlarımı görüyorum. Oysa ben kusurlarımla kabulümüm sonrasını bilmiyorum. Kul hakkı boy veriyor, ben kulaç atıyorum. Vicdanımı vicdan yapan her şey varken muhasebeden çakıyorum. Tarafsız bölgede bile nerede duracağımı şaşırıyorum. Üstelik bu kararsızlıktan değil, kararlarımı kendim almıyorum. (başım öne eğik, işaret parmağım yukarı dönük, hazırolda bekliyorum)

Rengarenk balonları vurmuşlar diyorsun, balona kurşun işler mi? Kim bilir bilmediğim ne çok şey biliyorsun, ben susuyorum. Sonra onlar konuşuyor sen susuyorsun. Ben susarken hayalgücünde gezintiye çıkmaya bayılıyorum, sen susarken hayallerime bombalar yağıyor. Sonra Benjamin Button bakıyor gözlerinden. Kim bilir bilmediğim ne çok şey susuyorsun. Ben sana gözlerimi kaçırmıyorum diyorum, sen gözlerinsiz bakıyorsun. Ben gözlerin olurum o zaman diyorum, sinirleniyorsun. O öfke midemi rahatsız ediyor, alca-seltzer iyi gelmiyor. Bütün ağrı kesicileri sokak köpeklerine armağan ediyorum. Kediler beni çok seviyor.







DEVAMI...

9 Nisan 2012 Pazartesi

salıncak


Dünya meseleleriyle kafam son derece meşgulken gökten bir salıncak indi. “Salıncakta salınsak” dedim ona, “dünyanın üzerinden geçsek gitsek”.. “öyle yapmıyor muyuz zaten” dedi. O bunu söylerken benim kafam dünya meseleleriyle son derece meşguldü. Sağ olsun kırmadı beni, salıncağa bindik.

“Siz hiç salıncaktan düştünüz mü?”

Ben düştüm, sonra salıncak başıma çarptı, alnım morardı. Ama geçti sonra. Bizim mahallede Trabzonsporlu bir terzi vardı. O gün ona gidip “incecik iplikler nasıl kocaman kumaşlara dönüşüyor hiç anlamıyorum” demiştim. O gülmüştü. Üç belki dört yaşındaydım. Kapısının üstünde asılı bir Trabzonspor bayrağı vardı, “seni de Trabzonlu yapalım” derdi. Bir de o saten yorganların üzerine oturup onunla saatlerce ne konuşurdum hiç hatırlamıyorum. “Bir gün senin çeyizine de böyle kırmızı güzel bir yorgan yapacağım” demişti, “çeyiz ne demek” diye ona sormadım, ama çok sevinip anneme söylemiştim onu hatırlıyorum. Hafızamda bu kadarı kalan bir çocukluk anısının beni mutlu etme hali.. ama incecik iplikler nasıl kocaman kumaşlara dönüşüyor hala bunu bile anlamıyorum.

Yol ayrımları ise beni hep parçalıyor, “yolları ayırmasak hiç” diyorum, kesişen yolların ayrılma ihtimali bile beni tedirgin etmeye yetiyor. Dünyam sarsılıyor. Bana sunulan şey ne kadar iyi olursa olsun korkuyorum. Daha güzel evler, daha eğlenceli meşgaleler ve hatta daha çok sevgiler bile sunuluyor olsa, olursa olsun diyor bir yanım, susmuyor. O bir yanım ne zaman bir yol ayrımına gelse ağlayarak yokuş aşağı koşuyor. Ben yokuş aşağı koşuyorum, hem ağlıyorum, sanki arkamdan kuduz bir köpek kovalıyor. Ben koşarken içimdeki yokuş yukarı çıkamıyor, nefesi kesiliyor, dünyayı taşıyamıyor.

Bir gün Haydarpaşa’daydık, kollarımı iki yana açmışken ben, güneş altın altın parlıyorken, sevinçten ölüyordum. Ben sevinçten ölüyor ve çığlık gibi “aman Allahım bütün bunlar bizim için mi” diyorken O Haydarpaşa camiinde ses oluyordu. İrkiliyordum. Göğsümdeki altın ışık sıcakken, tenim buz kesiyordu. Orda bütün yollar birleşiyordu.

Sonra telefonum hiç susmuyordu ve herkesin çok önemli işleri oluyordu. Beni yalnız “bir yuvası oldu bakan gözler” sevindiriyordu. Bu yüzden bu işi seviyordum. Köklerimizin aynı topraktan geldiğini duyan adamların gözleri ışık saçıyor yuvalarından çıkıyordu, gün içinde gözlerimle sevgiler dağıtıyordum. Gülümsüyordum çünkü gülümsememek suç geliyordu. Gülümsüyordum ama gözlerimle gülümsemesem günah sayıyordum. Gülümsüyordum ama sen bazen öyle bakıyordun ki gülümsemesem mi acaba diyordum. Seni önemsiyordum.

“Seninle bir gün sahilde otursak ve sabaha kadar hiç susmadan konuşsak” dedi, “öyle hasretim”. “salıncaktan inince yaparız” dedim. Ayağım havaya basıyordu. Ama ben zincirin kopma ihtimalini düşünüyordum. Aklımdan bu düşünceyi kovuyor ve ayağımı havanın içinden geçirirken ağlayacak gibi oluyordum. Ayağım yere basıyorken havada yürüdüğümü hissetmiştim daha önce. O buna benzemiyordu. Zincirin kopmasından korkmuyordum. Sonra yokuş aşağı ağlayarak koşuyordum. Ben koşarken içimdeki yokuşu çıkamıyordu.

Salıncak iniyordu sonra. Bir yerimize bir şey olmadan yere ayak basıyorduk. Sen benim elimden tutuyordun benim aklımdan “ben eskiden bu kadar korkak, bu kadar tedirgin, bu kadar cesaretsiz değildim” geçiyordu. Sen elimi tutuyordun sonra. İçimden bir lunapark bağırmak geçiyordu: siz hiç salıncaktan düştünüz mü diye. Çünkü ben düşmüştüm, biliyordum.


DEVAMI...