Çünkü biz ceza kavramı üzerine böyle şeyler düşünüyoruz ve ceza gibi hukuk okuyoruz. Sevgisiz kalmış insanlara acıyoruz ve herkesi bir ömre yetecek kadar sevmek istiyoruz.
Post under
goethe
zaman:
15:24
Gönderen
ceren baykal
zeynepçim canım beni mimlemiş sağolsun :) daha önce de mimlenmiştim ama ilk defa mimleyeceğim galiba.. bu mim şöyle imiş:
"Kitaplığınızın karşısına geçin. Gözlerinizi kapatın. Derin bir nefes alın. Elinizi kitapların üzerinde gezdirin ve birini seçin. Şimdi gözlerinizi açın. Bir kitap seçmiş durumdasınız. O kitabı satın aldığınız ya da hediye gelmişte olabilir anı hatırlamaya çalışın. İlk kez okuduğunuzda neler düşünmüştünüz, hatırlayın. Şimdi sayfaları şöyle hızlıca bir dolanın ki, kitabın kokusu burnunuza gelsin. Evet, ne güzel bir koku bu! 55. sayfayı bulun. Sayfayı tekrar okuyun. Sayfadan bir paragraf seçin ve mim konusu olarak bunu blogunuza yazın. Daha sonra siz de arkadaşlarınızdan üç tanesine cevaplaması için gönderin.
Mim Kuralları:
- Mimlenenler mimi cevaplamak zorundadırlar, mim bozulamaz. - Mimin bozulması teklif dahi edilemez. - Mim yalnızca 3 kişiye gönderilebilir. - Karşılıklı mimlemeler yasaktır. - Mim, her bir blog için sadece bir kez cevaplanabilir. - Mim kurallarının ilk 6 maddesi değiştirilemez."
kitaplığımın hangi rafının üzerinde gezdirsem elimi derken hukuk kitaplarının olduğu bölümden epeyce uzaklaştım önce (bu da benim torpilim olsun:)) sonra belli bir düzeni, yerleşimi bilmemnesi olmayan sevgili kitaplığımın üzerine Goethe'nin "gönül yakınlıkları" kitabının üzerinde durmuş elim. itiraf edeyim, 55. sayfada yazmaya dair bişeyler bulamasaydım yazmaz vazgeçerdim amma velakin sevgili Goethe'ciğim de benim geçmiş zamanda yazdığım bir yazıda "Harf çeşitlerine yazı karakteri denmesi bence çok anlamlı, karakteristik özellikleri olduğu doğru çünkü. Hem ben yeni kelimeler keşfetmeyi çok seviyorum" diyişim gibi harflerle oynadığından, şu paragrafı buraya koymayı uygun gördüm. (gerçi burada benim kastettiğim anlamda harflerle oynamak yok ama yine de harflerden kısmen de olsa karakter yapılmış, o yüzden kendime atıfta bulundum. Zaten altını çizmişim:))
Goethe:Gönül Yakınlıkları
"bunu inkar edemem" dedi Eduard. "garip teknik terimler, onlarla ilgili düşüncelerini fiziksel gözlem yoluyla sınanmamış ya da temsil ettikleri kavramları tam olarak anlamamış birine kullanışsız hatta saçma gelecektir. ama şimdilik, sözünü ettiğimiz bu ilişkileri harflerle kolayca ifade edebiliriz".
"eğer ukalalık olarak görmezseniz", dedi yüzbaşı karşılık olarak, "şüphesiz ki söylediğim şeyleri böyle sembollerle özetleyebilirim. b'ye sıkı sıkıya bağlı ve çeşitli yöntemlerle, hatta güç kullanarak dahi ondan ayrılamayan bi a düşünün; bir de d ile arasında benzer ilişki olan bir c düşünün; şimdi iki çifti birbiriyle temasa sokun; biz önce kim kimi terk etti , kim diğeriyle birleşti fark edemeden ; a d ile, c de b ile yakınlaşacaktır".
kitap hakkında ise söyleyebileceğim, Goethe'nin en sevdiğim kitaplarından birisi olmakla birlikte bence Genç Werther kadar ses getirmesi gereken bir kitaptı demeden geçemeyeceğim bir kitaptır. he bi de onu beğenenler bunu da beğenir tahminimce gibi de bir genelleme yapayım hiç sevmesem de..:)
işte böyle a dostlar.. bilgilerinize sunar, zeynepçiğime ve Goethe'ye teşekkür eder, 3 kişiyi mimlerim :)
seda şener nam-ı diğer ahretlik :) , emre varışlı veee serap çakır olsun :)
Tercihler ve tercihler arası doğan çelişkilerden oluşan bir dünya… Adına “yaşantı” diyoruz. Ama bir de daha biz tercih hakkımızı kullanmadan sahip olduklarımız var. Ailelerden, kan hısımlıklarından, evlerden ve arabalardan bahsetmiyorum. Bazılarımız dünyaya gelirken “çok sesli” geliyor. Burada bahsettiğim “seslilik”, bir bebek ağlamasının karşılığı değil. Hani şu oyuncuların dillerinden düşürmediği cümle var ya: “Sahnede istediğim kişiliğe bürünebiliyorum,” gibi. Ama bundan önce cevaplarına göre farklılık gösteren başka bir soruyu dile getirmeliyim: Yazar niçin yazar? Ya da, kim yazar?
Az önce bahsettiğim çok seslilik, belki buna cevap bir anlam teşkil edebilir bu noktada. Çünkü insan yazarken kendi olmak zorunda değil, yazdığı- düşlediği bambaşka bir dünyaya dâhil olma arzusu, yazarın yazma isteğini karşılayabilir. Kimine göre bu istek, zaman zaman ya da belki her zaman nefes almak, yemek yemek, uyumak gibi tüm insanî faaliyetleri karşılayacak yegâne eylem olabilir. Yazmanın nedenlerini, düşlemek ekseninde ele alınca işte bu yazdığın kişiliğe bürünmek, düşte olmak, düş yaşamak gibi kavramlar dökülüyor zihnimden.
Yazma eylemine bir ifade etme aracı olarak bakarsak eğer, bir takım kalıplar çıkıyor karşımıza. “Yazarlar pek konuşmayan insanlardır; kendilerini en iyi yazarak ifade ederler,” gibi bir cümle okumuştum bir yerlerde. Kesinlikle katılmıyorum. İfade etmenin sanatını yapan birinin kesinlikle hitabet sanatını da becerebilmesi gerekir. Ben bunu kendimce gereklilik olarak dile getiriyorum ama belki bu inancı taşıdığım için öyle olmaya çalışıyorum.
Son olarak, yazmasaydım ölürdüm demek, benim için bir tercih meselesine dönüşüyor. Yazmayı tercih etmediğimden içimde ölen birçok ruh, sayfalarca hikâye var. Mezarlık gibiyim. Ama yine de bazen cümle kurup hayat veriyorum bir şeylere, birilerine, bir yerlerde… Bir kadının kitap yazdığı için öldürülmeye mahkûm edildiği günlerden bugüne yazmayı tercih edebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum.
Bazen yüzün geliyor gözümün önüne, aynaya kızıyorum. Ligeia’nın ruh gösteren aynasının aynısından istiyorum. Artık kendiminkine güven-miyorum.
Bazen gözün geliyor gözümün önüne, iyi adam olmak konulu konferanslar veriyorsun. İyi kadın olamadığım için kendime küfrediyorum. Melek gibi değilim, hem kanatlarım da yok. Ama ben iyi ağlarım, iyi ağlamak yürek ister. Ama iyi ağlamak iyi yürek istemez, yaşayarak öğreniyorum.
Sana her şeyi anlatmak istiyorum aslında ama neresinden başlasam konusunda etmediğim tereddütü her seferinde, neresinden başlamamı istersin diye yaşıyorum. Hem sonra, başladığım yeri bitirdiğimde hala dinliyor olur musun beni?
Sana ne anlatsam diye ise hiç tereddüt etmedim. Kalabalık olduğumuz zamanları saymazsak –ki iki kişinin yalnızca tek ve asıl yüzlerinin birbirlerine dönük oldukları zamanlar neden bu kadar az oluyor anlamıyorum-…
Biliyor musun ben küçükken sarışın, mavi gözlü olmak isterdim. Sonra büyüyünce fark ettim ki bütün bebeklerim sarışın ve mavi gözlüydü o sıralar. Yani şimdi ben küçükken bebeklerim gibi olmak isterdim, onların dünyasını ben kuruyordum çünkü. Oyuncak dünya, benimle oynama!
Kurmak istediğim internet siteleri oluyor zaman zaman… Ama neden sonra gerçek siteler kurmaya gidiyor aklım, gönüller buluşsun, çardaklar kahkahalarla dolsun. Ama -neden sonra- aklıma geliyor ki bir yanım sitelerden, birbirinin aynısı görünen evlerden nefret ediyor. Güvenlikli bir dairede oturmaya da karşıyım. Hem ben ikizlerden bile korkarım!
Ne neşeli kalabalıklar içindeydik biz diyorum bazen, o zaman her şey yalan geliyordu bana, içinde yaşadığım tek gerçek sanki ilelebet sürecek… Neşeli yalnızlıklar içinde hissediyorum kendimi giderek. İçinde bulunduğum tek gerçek ve ilelebet sürecek. Yeteri kadar mutlu olduğumu hiç sanmıyorum, hem çok sıcak, terliyorum.
Hala kedileri çok sevimli bulmuyorum, kucağına aldığın yavru kedileri saymazsak. Kucağına aldığın kedilere ne oldu? Öldüler mi? Kediler ölür mü? Kediler ölürken özür diler mi?
“Yüzün yüzüme şüphesiz bir gizli geçitti”*
Davullar çalıyor davullar. Davullar çalıyor, uzaktan hoş geliyor mu sana da sesleri? Her davul sesinde bunu düşünüyorum “davulun sesi uzaktan hoş gelir mi, uzaktaki davul sesi hoşuma gidiyor mu gerçekten” diye. Yoksa yalnızca mecaz mı bu. Yoksa bu da yalnızca mecaz mı? Yoksa mecaz mı?
Davullar örften,adetten çalıyor. Davullar uyandırmaya çalıyor birilerini, teknoloji çağındayız değil mi, uyanacak olan saatlerini kuruyor. Ben hiçbir saati duymuyorum ama. Tamamen psikolojik. Bana desen ki kırk gün uyuma, sana yıldızları getireceğim, kırk gün uyumam ama… Hiçbir saati duymuyorum.
Dün gece beni rüyamda atlı kovaladı. Atlının yüzünü görmeye çalıştım ama koşarken arkama bakarsam düşerim diye bakamadım, göremedim, bilemedim. Kendimi kandırmıyorum. Sen de biliyorsun koşarken arkama bakıyorum. O yalnızca rüya. Çöl güzeldi ama, rüyada çölde koşmak ne anlama gelir araştırmasını sana bırakıyorum. Peri değilim ama ölürken özür dileyeceğim, söz.
Post under
günlük
zaman:
00:56
Gönderen
ceren baykal
Dost musun düşman mısın söyleyebilir misin? (-ebilmek ekini kibarlıktan kullanmadım. Çünkü kibar bir insan değilim.) Ayağımda prangalar var cidden, bir adım ileri gidemiyorum, bazen hep aynı yer, o prangalar ileri götüremeseler de geriye götürebiliyorlar ne fena!
Bugün otobüsteyken insanların güzel yanlarını görme oyunu oynadım, (otobüste canım sıkıldığında hep zihinsel oyunlar oynarım!) bir adamı çirkin gördüm diye kendimi suçlu hissettim, sonra onu tanımak istedim en güzel yanını bilmem gerek gibi…
Sıcaktan bunalmıyorum, sıcağın üzerimdeki etkilerinden bunalıyorum yoksa ben sıcakları severim ayak uyduramayan bensem sıcağın suçu ne di mi ama?!
Bazı evler bana oldukça hoş geliyor ama denizin dibinde yaşamak isteyen ben, depremden kaçan ben, içimdeki birçok ben bu kadar çelişik olmasaydı birbiriyle diyorum…
Beni heyecanlandıran şeylerin üzerine gitmeye korkuyorum bazen, sonra öyle duvarlar örüyorum ki önüme her babayiğidin harcı değil bence. Bazen de beni heyecanlandıran bir şey bulunca çok heyecanlanıyorum. Ben zaten heyecanlı bir insanım. Bunu unutmamalıyım!
Bahçeden sebze toplamak çok mis kokulu bir şeymiş!
Güzel kokulara ayrı bir hayranlığım var, parfümlere bile…
Bazen ben çok sinirleniyorum ama bazen sinirlendiğim için kendime çok kırılıyorum işte onun tamiri biraz uzun sürüyor.
Hayatımdaki bazı insanlar öyle çok, bazı insanlar öyle az ki. Ama neden onlar azalırken ben küçülüyorum?
Güzel fotoğraflar çekmek isterim tabii ki, güzel fotoğraflar güzeldir. Güzel fotoğraflar bazen hiçbir anlamları olmasa da güzeldir. Hatta kimsenin güzel bulmadığı fotoğrafları güzel bulduğum zamanlar olmuştur epeyce. Güzel fotoğraflar gerçekten güzeldir. Fotoğraf olsalar bile!
Bakan gözlere hayranım!
2 tane koltuk var, o iki tane kodluğu dev kitaplığımın önüne koyucam bi gün, odamda kitaplar okuyacam, tepemde loş bi ışık, içimde melodin, rüzgara perdeyi sallayacak, sen geldin sanıcam, huzur hayali!! (yıllar önceydi, "karşımdaki koltuk boş" diye sayıklarken ben, sen cevap vermiştin!)
Harf çeşitlerine yazı karakteri denmesi bence çok anlamlı, karakteristik özellikleri olduğu doğru çünkü. Hem ben yeni kelimeler keşfetmeyi çok seviyorum. Keşiflere tutkunum.( sizin bildiklerinizden değil)
Öyle dumanlar gördüm ki zaten yoktular!
Allahım bir buluta çevirdiğinde başını, "yalnızca bir bulut" gören zihinleri benden uzak eyle! AMİN!
şiirin ardından yapılan son açıklama ise şöyle, bu açıklamadan sonra kendi klasöründen silinmiş yukarıdaki şiir, ben de silerdim fakat yazının da anlaşılması için kalması taraftarıyım bu sebeple şiiri silmiyorum ancak son yazı şudur :
"Hadi izleyelim" diye oturup kalkamadık ekran başından. Ben de dedim madem izliyorum şarkı şarkı neler geçmişse aklımdan, sizinle de paylaşayım. Not aldım, izlerken aldığım notları aynen paylaşıyorum. Videoları da koyacağım lakin ikinci kez izlemeden yaptığım yorumları yazacağım, bilginize.. :)
1- Azerbaycan Safura- Drip Drop
Neden merdivenden indiğini anlamadım vokalin. Kadının sesi daha iyi olabilirdi, ya da sesi daha iyi olan bi kadın seçilebilirdi. Bağırırken kendini yoruyor bu kadın. Drip Drop kısmı fena değil.
2- İspanya Daniel Diges - Algo Pequeñito (Something Tiny)
Sahneden oyuncaklar var sanki, çok güzeller. şarkı adı gibi, sahne şovunu sevdim. Ama ikinci erkek vokal çıkacağına bir kadın çıkmalıydı, şarkı kendini öyle daha iyi gösterirdi sanki. Hem o siyah takım elbise o konsepte gitmiş mi hiç? Ama yine de şirin bi şarkı. (Bu arada sahneye biri çıkıp dansçılarla dans mı etti yoksa bana mı öyle geldi? yani öyle gibiydi ama eğer öyleyse ne kadar profosyonel insanlar bunlar... )
3- Norveç Didrik Solli-Tangen My Heart Is Yours
Berbat. opera mısınız siz? Geçen sene kazandık diye boşvermişler gibi.
4- Moldova Tira - Run Away
Disko gibi oldu sahne. Şov güzel. Şarkı eh. Sanki radyoyu açıp kapatıyorsun gibi. Kostüm güzel, makyajlar güzel. Şarkının erkek vokalinin girdiği yer daha güçlü. Keman şarkıyla çok alakasız, hiç katılmamalıydı.
5- Kıbrıs Jon Lilygreen & The Islanders- Life Looks Better In Spring
Alicia Keys geldi aklıma, ne alakaysa. Orkestra komik. Sıradan bir romantik komedi filminde kız erkeği terkedince çalan kötü şarkılar gibi şarkı. Arkada parmak şıklatan vokaller çok komik. ama yazık çok heyecanlılar.
6- Bosna Hersek Vukašin Brajić - Thunder And Lightning
Sisli sahne güzel. Kırmızı ceket güzel. Şarkı rock gibi ama Bon Jovi nin kötü şarkısı gibi rock yani hem rock gibi hem değil. Arkadaki grililerin neden bir ileri bir geri hareket ettiğini anlamadım.
7- Belçika Tom Dice- Me And My Guitar
Kendi konseri olsa hoş bir perfonmans diyebilirdim. Çünkü aslında güzel . Şarkıyla birlikte adam fazla naif ve güzeller, kıyafeti de 60 lardan..
8- Sırbistan Milan Stanković - Ovo Je Balkan
Şarkı çok güzel tam balkan şarkısı ee ne de olsa Goran yapmış! amaaaaaa ŞARKIYI SÖYLEYEN ERKEKMİŞŞŞŞ!!!!
(İspanya'da sahneye gerçekten birisi çıkmış ve 26. olarak tekrar sahne alacaklarmış ).
9- Belarus 3+2 Butterflies
O çocuğun sesi nasıl o kadar kalın. aaannnddd iiimmaaggiiineee kısmı berbat şarkının. Ve kadınlar kelebeğe çok yaratıcı hakkatten tebrik ederim. Saçmalık! Tek güzel şey piyanistin ceketi.
10- İrlanda Niamh Kavanagh - It’s For You
93'te birinci olmuş bu kadın ama umarım o zamanki şarkı da bu kadar bayık değildir. Gerçi bir an Titanic başlıyo sandım ama ı ıh, olmamış.
11- Yunanistan Giorgos Alkaios & Friends - OPA!
Şarkı süper, şov süper! horon tepme isteği uyandırıyor insanda. Bajar a benzettim ben biraz tarzlarını. Şimdiye kadarki en iyisi. davullar ve kemençe de süper olmuş.
12- İngiltere Josh- That Sounds Good To Me
Yarışmacı yeni ergen 15 yaşında gibi ve sivilceli. Dansçı çocuklar şarkı söyleyen çocuğa kur yaparken 3 kız kutuların üzerinde öylece duruyor. çok kötü.
13- Gürcistan Sofia Nizharadze - Shine
Şarkı iyi, kız güzel de dansçılar kızı sürekli yere yatırıp duruyorlarken kızın sesinde milim kayma olmuyor ya ona şaşırıyorum. Shine ışıklarına bayıldım.
14- Türkiye maNga- We Could Be The Same
Ben bu şarkıyı sevmiştim zaten. Derinden gelen darbuka sesi güzel. Robot olmuş olmuş. hele ki bileklerini kesme sahnesi :) güzel güzel sevdimmm...
15- Arnavutluk Juliana Pasha - It’s All About You
Sessiz bir kemanla başladı şarkı sonra sessiz kemancı çılgın kemancıya dönüştü. Madonna çıkmış gibi oldu sonra. Şarkı iyi, bu da dicko şarkısı gibi, we love 80's!
16- İzlanda Hera Björk - Je Ne Sais Quoi
Şarkının ismi Fransızca, kendisi İngilizce. neden bilmem.. Ama kadın sahneyi dolduruyor (kötüyüm ben). Eksi sözlükte bir yorum şöyle diyordu : İzlanda yanardağ felaketinden sonra yıkılmadık demek için sahneye devlet gibi hatun çıkarttı! up tıs çık tıss olmamış. nakarattaki dırı dırı dırı dırı sesini sevdim sadece, Türk filmlerinde olurdu o ses :)
17- Ukrayna Alyosha - Sweet People
Kırmızı ışık güzel, hatun güzel, sesi güzel, şarkı güzel.. ben bu kadını dinlerim ki daha sonra da. çok sevdim. çok depresif ve çok...
18- Fransa Jessy Matador - Allez Olla Olé
hahaha çok komik zıp zıp zıplıyolar sahnede. Sanki brezilya dünya kupası finalleri için bu şarkıyı hazırlamış gibi. evet evet tam olarak böyle ama neşeli işte, yaz şarkısı.. :)
19- Romanya Paula Seling & Ovi - Playing with Fire
2 piyanist, biri kadın. piyanoya bayıldım. şarkı yavaş sandım ama hızlıymış, iyi iyi öyle olsun.
20- Rusya Peter Nalitch & Friends - Lost And Forgotten
Romantik besteleriyle tam olarak 80lerin slowlarını doldurttuğumuz karşık kasetlerdeki şarkılar gibi. elindeki karakalem kadın prtresi de bu fikrimi doğruluyor. Ve sahneye kar yağıyor... Soğuk tabi oralar...
21- Ermenistan Eva Rivas - Apricot Stone
WAUWW hatuna bak! sahnede masal varmış gibi. şov güzel. Ve duduk! Şarkıda neden o dıp tıs çık tıs lar var ya lanet olsun! onlar bence batırmış, yoksa süper olurmuş. orada Djivan Gasparian duduk çalsıyor duyulmuyor bile!
22- Almanya Lena- Satellite
Aylardır evde bu hatunu dinliyoruz ve ailecek seviyoruz. hatta birimiz oldukça hoşlanıyor da kendisinden, buradan kendisini deşifre etmiyim ama :) Şarkı çok güzel (zaten birinci oldu) .. bütün bunlar bir yana ama biz şovu hiç beğenmedik ve Lena ya siyah elbise giydirip kadın makyajı yapan Almanyaya olmamışşş dedik. yoksa o kız çok cici, giydireydiniz böyle renkli yazlık elbiseler, çiçekler böcekler, lay lay lom! :)
23- Portekiz Filipa Azevedo - Há Dias Assim
Elbise gerçekten güzelmiş. Bayıııkkk...
24- İsrail Harel Skaat - Milim
Milim kelimeler demekmiş. Hoşuma gitti. Sanki İbranice değil de Fransızca söylüyor gibi ,, bu diller yavaş şarkılara yakışıyor bu yüzden bence gecenin slowlarının iyilerinden. Gösteri pasif ama adamın sahne duruşu iyi vee 32 diş :))
25- Danimarka Chanée & N’evergreen - In A Moment Like This
Sahneye buz pateni gösterisi yapacaklarmış gibi çıktılar. Müzik Puff Diddy nin söylediği sting in şarkısına benziyor. i'll be missing you! Wanna know kısımları güzel bir tek.
Eurovision Şarkı Yarışması 2010 Final sıralaması ise şöyle oldu:
Yer Ülke Şarkıcı Şarkı Puan 1 Almanya Lena Satellite 246 2 Türkiye maNga We Could Be The Same 170 3 Romanya Paula Seling & Ovi Playing With Fire 162 4 Danimarka Chanée & N'evergreen In A Moment Like This 149 5 Azerbaycan Safura Drip Drop 145 6 Belçika Tom Dice Me And My Guitar 143 7 Ermenistan Eva Rivas Apricot Stone 141 8 Yunanistan Giorgos Alkaios & Friends OPA 140 9 Gürcistan Sofia Nizharadze Shine 136 10 Ukrayna Alyosha Sweet People 108 11 Rusya Peter Nalitch & Friends Lost And Forgotten 90 12 Fransa Jessy Matador Allez Olla Olé 82 13 Sırbistan Milan Stanković Ovo Je Balkan 72 14 İsrail Harel Skaat Milim 71 15 İspanya Daniel Diges Algo Pequeñito (Something Tiny) 68 16 Arnavutluk Juliana Pasha It's All About You 62 17 Bosna Hersek Vukašin Brajić Thunder And Lightning 51 18 Portekiz Filipa Azevedo Há Dias Assim 43 19 İzlanda Hera Björk Je Ne Sais Quoi 41 20 Norveç Didrik Solli-Tangen My Heart Is Yours 35 21 Kıbrıs Rum Kesimi Jon Lilygreen & The Islanders Life Looks Better In Spring 27 22 Moldovya Sunstroke Project & Olia Tira Run Away 27 23 İrlanda Niamh Kavanagh It's For You 25 24 Beyaz Rusya 3+2 Butterflies 18 25 İngiltere Josh That Sounds Good To Me 10
* Tütünümü, anahtarımı aldım, evden tam çıkıyorum, bir şeyin eksik olduğunu, eksik olanın ruhum olduğunu fark ettim. Önemsemedim. Yol, bana uygun bir ruh önrebilirdi. kapıyı çektim, kilidin dili yuvasna otururken "Nereye?" dedi. Aldırış etmedim, çıktım.
* Memleketimin "Bakışlar" tarihinde bu kadar aleni olmayan, hatta bu semtin, kapağı buhar kaçırmadan önceki zamanlarda bizzat ürettiği bakışlar vardı: "Yabancı" ya yabancılığını hissettirecek bakışların ayıp, abes , yersiz addedildiği zamanların bakmayan bakşları. Bir de , şehirde olan ancak şehre ait olmayan , gerçek mi düş mü olduğuna karar verememiş , karar vermeye de pek niyetli görünmeyen mekanların bakışları vardı.
*Gözümün önüne Müzeyyen'in bakışı gelmişti. ......... Ya da bana öyle gelmişti. Bir şeyin gerçekte öyle mi olduğu yoksa bana m öyle geldiği konusu her zaman kafamı karıştırırdı.
* Garibanların garibanlık nedenleri karşısında sarsak ve telaşe olmalarını affedemiyorum.
* Her şey benden önce olmuşsa, bana olacak bir yer, durum kalmıyor muydu? bana ait tek kişilik bir iskemle, oda , yok muydu bu dünyada?
* Böyle olmasını istemezdim ama hep olurdu. Dünyanın bütün Kızılderilileri yenilir, Spartaküs kaybeder; gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denilen hergele her filmde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Ağladıkça Sadri'ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri'nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine...
* Ses tonlamalarına takılırdım. Sesler her şeyi söylerdi. Takıntımı atladım...
*Herif rüzgarı kendinden menkul uçurtmanın teki. Ara sıra tellere takılır gibi kadına geliyor gece yarısı...
* Müzeyyen hikayeyi tek yumrukta yere serince, bu kadar kolay devrilenin hikaye mi yoksa ben mi olduğuna kafam takılmış, peşinden gidip sormuştum: "Usta, çıkışımız yok mu?" "Teorik olarak olması gerekir" demişti.
* Mesafeli bir yerden konuşuyordu. Oraya nasıl ve ne zaman gitmişti? Ben mi göndermiştim? Taksi mi tutmuştu?
* Ne olmuştu da , "Seninle dünyanın her yerine gelirim" diyen Müzeyyen , durduğu yerden çekip gitmelere başlamıştı. Nerelere gidiyordu? Gelirken getirdiği bakışlar ne dalgaydı? Hangisi Müzeyyen kimdi? İlk tanıdığım kimdi, şimdiki kim? Sigaramı yaktım. Müzeyyen'in gözleri içinden, bir çukur ya da kuyudaymış gibi, bir yerlere sıkışmış da yardım istermiş gibi bakan yabancıya sırtımı döndüm ve son kez , üçüncü şahıs konusunda, kendime direndim.
* Beni her yoğuruşunda, sırtüstü yatıp karnını açan kedi yavruları gibi, teslim ve mest oluyordum..............
* Uzaklaşan şeylerin gözden yitişini görmemek için, gözlerimizi başka yöne çevirsek bile, yine de ne bok yemeye bir taraflarımızla geyik gibi bakardık?
* Müzeyyen, kalkıp başka birinin yürüyüşüyle çamaşır toplamaya gitti.
* An bile olmayan bir kısalıkta sanki bendekiler ona ondakiler bana geçmişti. Ağlamak istedim. Bunu başka biri istemiş gibi geldi. Ağlamadım. "Git" dedim balığa, iter gibi değil, "Sen git, ben geliyorum" der gibi, gitmesi gerekiyormuş gibi. "Git" dememe gerek yoktu. Kelimenin hissi geldiğinde o gitmişti. Sular çekildi.
* Ben kendimi , en sivil hallerimin tanığı olan mekana giren adam olarak hissederken , ayna beni , arkasında boş bir koridor olan adam olarak gösteriyordu.
* "Aynadaki kadın benim zıttım" demişti, "ben ne kadar ev haliysem, o okadar sokak. Ben sokulgan isem, o başını alıp giden. Ben gündüzüm, o gece... Çapkın, güçlü , özgür."
* "Müzeyyen" dedim, "sende hicran yarasından derin yara mı var? " Verdiği cevabı alıp , suda eritip, yemeklerden sonra bir kaşık "ben böyleyim" Birden , gidip düz ovada keklik avlama fikri geldi. Vazgeçtim. Cevabı bana yetmemişti. Adama sorarlardı: "Kim ikiye böldü dostum seni?"
* Ben sözlerden değil bakışlardan tırsardım. Bakışların arkalarını sezer, sezgilerim doğrulanana kadar mecburen bekler , beklerken kafayı yerdim. Konuşunca mesele yoktu. Ayrıca bu devirde herkes en azından iki tane idi. Daha kalabalık olanları da görmüştüm.
* "... Hani mamur olacaksa viranlar..?"
* " Aslında, tam diye bir şey yoktur" dedim, "her tam, bir üst yarımın alt basamağıdır. Yani yarım da bir bütündür"
* Müzeyyen' in , il kzamanlarımızdaki bakışlar ile çevresine gülümsediğini gördüm. Bugün yine gönlümün bahçesinde gezindim bakışlarını, "Sensiz sazın zevki mi var?" bakışlarını, ve bitpazarı hamalının taşıdığı aynalı konsol önümden geçerken , kendi bakışlarımı: Öyle bir der giriftarım ki...
Bir gece vakti öyle sert konuştu ki vücut dilin, gitmek istedim bir hışımla bırakmayan sendin.
Ertesi gün kimin için mücadele ettiğimi unuttum, mücadele ettiğim adam sen misin diye sokuldum, beğenmiyorsan git dedin, gittim dedim, gittim.
Beykoz’a gittim. Güzel bir restorana gidip güzel bir akşam yemeği yedim. Gözümü saate takıp geçmesini bekledim, geçmedi, çay içtim. Sonra market raflarına dizdim kendimi, kimse beğenip almadı, ben hepsini aldım. Kredi kartı ekstrem sana geliyor diye faturayı kabarttım. Kan şekerim düştü diye tatlı içecekler aldım elime, yola çıktım, istikameti bulamadım. Susmasaydık da susam olsaydık keşke dedim simitçinin elleriyle kendime bir büyük çay doldurdum. Sonra sigara, sonra tütün sarısı, sonra sarı dolmuşlar, ‘bensiz gitsinler’ dedim. Durdum. Durdum öyle. Yine saate taktım gözlerimi, yelkovan tuttu, akrep soktu.
Şimdi dedim Beykoz sırtlarında ben bir ilişkiyi bitiriyorum. Şimdi dedim Beykoz sırtlarında ben yürüyerek bir ilişkiyi bitiriyorum. Aslında dedim ben bir ilişkiyi yürüyerek bitiriyorum, yürüyerek bir ilişki biter mi. Yolun sonundaki benim evim mi ve gittiğim yerin ne anlamı var.
Sonra buldum. Yokluğunun ne zararı olabilir ki derken buldum. Eve neden gideyim onu düşünürken buldum. O an anlamım olan değildin sen yoksa her şeyi anlamlı yapan başka birine rastlayıncaya kadar eve gitmezdim. Sen anlamın kendisiydin belki yoksa ben o gece ve diğer geceler eve gitmezdim. Ben eve gitmezdim çünkü eve gitmemin ne anlamı var? Ben eve gidemezdim çünkü o evden gitmiştim zaten ve sen zaten “ev”din.
“Bazı kadınlar bazı adamları dik tutar, bazı adamlar bazı kadınlara ev kurar. Bu yüzden adam evin direğidir ve yuvayı dişi kuş yapar!”
bu gece bir sorun var sevgilim, yeni aldığım tüm gömlekler bol geliyor gibi sanki, üzerine-üzerime. bu yüzden üzerime üzerime geliyorlar. oysa vitrinde ne janjanlı duruyorlardı, ne hoştu hayalini kurmak bir düşünsene!
evimizin hangi odasında minik animasyon karakterler büyütücez, içimdekiler hangi odalara sığacak bir fikrin var mı? daha önce bahsettiğim sahne gerçek olacak belki, derinden gelen bir müzik sesi koridorun duvarlarını kaplayacak, yüzüme çarpmayacak ama söz mü? yüz metrekare yeterli bence. üç odalı olsun... birine bir "in" dekoru yaparız, kış uykusuna yatarım ben orda. kışın çalışmasam, yazın yarım gün çalışsam olmaz mı,sonra hayallere dalıp cümle avlasam hayallerde, hayallere dalmak bana çok iyi geliyor.,
ama para. ne çok para lazım hayatımızı kurmaya, bütün gün düşündüm,, bir gelinlik giymek istiyorum sahillerde, üzerimde gelinlik denizin dalgasına bakmak ve bakmak ve bakmak ve bakmak istiyorum. danteller ya beyaz, ya beyaz, ya siyah ya siyah olmalı. ablasının parlak siyahı! gece mavisi! kırmızı kuşaklar kurcalıyor zihnimi!
çalgıcılar beni neşelendirmeye çalışsınlar hüzünlü zannedip de. biz göbek atalım. ya da ben göbeğimi atayım üzerine, nerene denk gelirse. katlanırsın, biliyorum. katlanıyorsun diye katlanarak çoğalıyorum. seni seven yanlarıma iyi egzersiz oluyor.
üzülme, anlamadığını biliyorum. üzülme, ben de anlamıyorum. hemm saçmalıyorum farkındayım,
Post under
günlük
zaman:
20:51
Gönderen
ceren baykal
1998 yılında yazdığım günlük çıktı piyasaya, ahretliğim de yanımdaydı üstelik. ne çok güldük. ama şu komik, insanın 12-13 yaşındaki halinden şimdiye pek değişmemiş olması... gerçi o zamanlar daha iyi bir kitap okuyucusuymuşum, okuduğum kitapların özetlerini bile yazmışım, şimdi iki cümleyi yazmamak için erteliyor da erteliyorum. ruha dokunan düşünceleri blogumda uygulayacağım da okuduğum her kitap için. ama neden yaşım büyüdükçe zamansızlığım da aynı, üşengeçliğim de aynı oranda büyüyor. enerji toplamam lazım. hayat için enerji, daha çok enerji, bütün neşeli hallerime istinaden!
Bianet: Düşünce Özgürlüğü Buluşması’nda 11 Kişi Baskıya Tanıklık Etti – Bianet
Düşünce Özgürlüğü İstanbul Buluşması’nda Prof. Tarhanlı, uluslararası ifade özgürlüğü standartlarının özellikle inanç temelinden yeniden tartışmaya açıldığını söyledi. Alınak, Seropyan, Demirer, Dilipak, Baykal, Özkan, Özdabak, Tursun, Baransu, Bengisu ve Selek tanıklık etti.
Erol ÖNDEROĞLU, hukuk@bianet.org İstanbul – BİA Haber Merkezi 25 Mayıs 2009, Pazartesi
Düşünce Suçuna Karşı Girişimi’nin 22-24 Mayıs günlerinde İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde düzenlediği Düşünce Özgürlüğü için 6. İstanbul Buluşması, düşünceleri nedeniyle Türkiye’de baskılarla karşılaşanları, Avrupalı ve Karadeniz bölge ülkelerindeki hak savunucularını bir araya getirdi.
Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Turgut Tarhanlı, açılış konuşmasında, 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra özellikle güvenlik meseleleri etrafında ifade özgürlüğünü sınırlarının tartışmaya açıldığını, son olarak da evrensel insan hakları standartlarının dini değerlerin korumaya alınması yönünde girişimlere sahne olduğunu söyledi. Tarhanlı: AİHM kararlarını da tartışabilmeliyiz
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) içtihatlar itibariyle, kültürel ve sanatsal konularda, politik düşünce açıklamalarına göre daha az özgürlükçü kararlar alabildiğini ifade eden Tarhanlı, AİHM kararlarının da insan hakları savunucularınca tartışılmasının yararı olabileceğini açıkladı.
“Türkiye’den tanıklıklar” bölümünde söz alan eski milletvekili Mahmut Alınak, Deniz Gezmiş, Musa Anter ve Vedat Aydın’ın isimlerinin sokaklara verilmesini istediği için “suçluyu övmek” iddiasıyla cezalandırıldığını açıklayarak, yasaklara değindi:
“1973′te savcı bana, ‘Demokrasimiz daha genç, zorlamayın!’ demişti. Bekledim ki demokrasi büyüsün ama o hiç büyümedi. Kürtlüğümüzü, Kürtçe’mizi ruhumuzda prangalayarak büyüdük.”
Agos gazetesi eski imtiyaz sahibi Serkis Seropyan da, Hrant Dink’in Reuters Ajansı’na söylediği “Dört bin yıldır bu topraklarda yaşayan halk ortadan yok oldu” sözlerini diğer gazetelerden aktarmalarına karşın yalnızca kendilerinin yargılanıp mahkum edildiğini söyledi. Demirer: İtiraz etmekten vazgeçmemeli
Yazar Temel Demirer, Dink’in soykırımı tanıdığı için öldürüldüğünü ifade ettiği için halen “Türk milletini aşağılamak”tan yargılandığını kaydederek, “Ben devletin diliyle konuşmadım, benim suçum bu” dedi.
“Sarık ve Cübbe” başlıklı yazısında “askeri kuvvetlerini aşağıladığı” gerekçesiyle yargılanan yazar Abdurrahman Dilipak ise, Adalet Bakanlığı’nın kovuşturma izni vermediğini söyledi ve ekledi: “Ancak siyasi irade başka bir kişi için izin verebilir. Bu iktidar vermezse bile bir başka iktidar bu düzenleme yürürlükte kaldığı sürece izin verebilir.”
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Ceren Baykal da, 301. maddeyle yürütülen soruşturma ve davalara bakanlık izni getirilmesinin yıllardır kendilerine söz edilen “erkler ayrılığı” ilkesine aykırı olduğunu açıkladı.
Vicdani retçi Doğan Özkan, hapisten para cezası verilmesiyle sonuçlanan yargılamasını özetledikten sonra, sözlerini “Askere gitmeyin, hiçbir işlem yapmayın” diyerek tamamladı. Özdabak, Baransu, Tursun da tanıklık etti
Karikatürist Halil İbrahim Özdabak “Guguk” karikatürü nedeniyle yargılandıktan sonra beraat ederken kendisine “kıl payı” kurtulduğunun söylendiğini ifade ederek, “Her gün çiziyorum ama aklımda yine o kılpayına yaklaşmamaya çalışmak var” dedi.
Mehmet Tursun ise, oğlunu öldürenlere ilişkin yargılamaya dair düşünceleri ve tepkilerinden hapisle yargılandıklarını ifade etti; “Polis şiddetine karşı seferberlik ilan ediyoruz” dedi.
Taraf muhabiri Mehmet Baransu, hakkında 22 dava açıldığını, yedi soruşturma yürütüldüğünü söyledi; Özden Örnek ve Dağlıca haberinden açılan davalara 12 Haziran’da devam edileceğini ifade etti. Lambda’dan Bengisu: Tehdit sürüyor
Lambdaİstanbul Derneği’nin kapatılma girişimlerini anlatan Bora Bengisu da, yargının derneğin kapatılmamasına karar verdiği kararında dahi “eşcinselliği yaygınlaştırmaya çalışırlarsa kapatırız”dair tehdit bulunduğunu, bu nedenle de kararı temyiz edeceklerini açıkladı.
Mısır Çarşısı davasından hakkında müebbet hapis cezası istenen sosyolog Pınar Selek’e ise babası ve avukatı Alp Selek tanıklık yaptı: “Ajan olmayı reddettiği için başına getirilen bir olay bu.” (EÖ)
birileri buraları okuyorsa okuduklarını belli etseler ya onlar, yazsalar ya bana da bişiler, yazılara da bişiler.ben merak ediyorum gün gün artan sayıları, meraklı bir insanım ya o bakımdan. :)
Güneş böylesine yakıyor, yel böylesine serinletiyorken; hele bir de o yelde deniz kokusu varsa çıldıracak gibi oluyorum. Yanılıyorsunuz bu kötü bir şey değil çünkü ben “beni bu güzel havalar mahvetti cümlesini olabilecek en olumlu haliyle kullanıyorum.
Sonra denizin üstünde yürümeye başladığımda imkansız diye bir şeyin olmadığını düşünmeye başlıyorum. Elbette bunun mucize olduğunu düşündüğüm kadar garipliğini de düşünüyorum. Hayat diyorum, vapurlar filan, inanası gelmiyor insanın, boğaz köprüsü yıkılmadan nasıl ayakta duruyor? Öyleyse imkansız olabilir mi?
“O’ nun bir şeyin olmasını istemesi yeterlidir. O bir şeye “ol” der o da hemencecik oluverir.”
Bu beni müthiş güvende hissettiriyor işte. Herneyse nereden başlayacaktım nerelere geldim. Mekanlar cümlelere giriyor biz istemesek de, işte…
Günüm bencillik üzerine düşünmekle başladı. İnsan ne bencil dedim. Ben de ne kadar bencilim. İnsan neden bir tek bundan öyle kolay sıyrılamıyor?
Dostuna kardeşine çay ikram edecekken sevdiğin bardağı ona mı verirsin kendine mi alırsın gibi o kadar sıradan ve o kadar günlük yaşantının içinden fırlayan sahneler geliyor ki güzümün önüne, ben diyorum ne bencilim kimi zaman. Ama sonra son zamanlarda bununla nasıl savaşmakta olduğumu hatırlıyor, vicdan azabından biraz olsun kurtulmaya başlıyorum.
Bir adam geliyor aklıma birden, bencilliği simgeliyor, sonra bir başka adam çıkıyor, bencillik dünyasında yok. (sanıyorsun) .. kendini gösterince nasıl da yıkıyor insanların üzerine kurdukları evrenleri. Nasıl bir yanılgı, nasıl bir hayal kırıklığı bağrımda kalıp taş oluyor!
“ Dünyanın en güzel en anlamlı caddelerinden birindeyiz. Gecenin ışıkları zihnimizi kurcalarken parlayan gözbebeklerimizi iyice açığa çıkarıyor. İçimdeki bebek mızmızlanıyor ve ‘seni ısırmak istiyorum’ diyorum. Çünkü insan içine katmak ister sevdiğini, yemek bunun en güzel göstergesi! Bir dakika isteyerek hırkasını çıkarıyor. İçine bir yaz kıyafeti giymiş. Kolunu sıyırıyor ve omzunu bana uzatıyor sonra. Büyülü hislerle ağzıma alıyorum omzunu dişlerimle parçalamamaya özen göstererek. Onu oracıkta yiyebilirim! Sonra ‘canın acıdı mı’ diyorum. Yargılamadan bakıyor bana, sen vampir misin diye bir soru zihninde belirmiyor eminim. (oysa gerekli şüpheleri vardı, akşam sokağa çıkma yasağım var diye gündüzleri evine gittiğimde perdeleri örterdi, mumlar yakardı mesela).. elini omzuma atıyor ve yürümeye devam ediyoruz. Sonra onun omzu morarmaya başlıyor. Oysa daha ne yaralar kuruyacak…
Sonra bir gün bir mektup yazıyor bana, tüm kötü adamlar, tüm bencil insanlar bir odaya kapatılsın ve gülmekten işeyene kadar cezalandırılsın diyor.
Çünkü biz ceza kavramı üzerine böyle şeyler düşünüyoruz ve ceza gibi hukuk okuyoruz. Sevgisiz kalmış insanlara acıyoruz ve herkesi bir ömre yetecek kadar sevmek istiyoruz. Ama bir şeyi unutuyoruz; bazı sevgiler bencillik barındırır, ‘o sadece senin olsun istersin’ ve bazı sıfatlar bazı sevgilere aykırıdır. Herkesin yari isen eğer ve bunu anlayamayacak, kötüye kullanacak birileri o sevgi çemberinin içine girince o çember çember olmaktan çıktı. ‘Sevmek sevgiliye davranış özgürlüğü getirir mi’ sorusunun yanıtını çok acı tecrübelerle öğrendik. Bu sevgilin bu da onun yeni sevgilisi, hadi tanışalım diyen adamın canını çok fena yaktılar o eski sevgililer, yeni sevgililer. Eski sevgilisinin koluna iğne yaptılar diye bile ağlayabilen bir adamdı çünkü o.”
Neyse ki o adam kendine büyülü bi dünya kurdu, gözleri ışıldıyor. Artık benim masallarımı paylaşmaya ihtiyacı da yok üstelik… içinden kötülük geçmemiş insanlara vurgunum, çok vuruldum!!!
Günüm devam ediyor. Elime bir hikaye kitabı geçiyor “küçük kara balık”. Çemberimde Gül Oya dizisinde konusu geçtiğinden beri alıp okumak niyetim, kaç zaman olmuş. Nefes almıyorum okurken. İçimdeki bencillik benzeri o bilmediğim hisle ilgili düşüncelerimin üzerine HANÇER vuruyor. O denize açılmak isterken içimden şehirler geçiyor güneşli havalarda, tren sesleriyle gidiyorum, denizlerde yürüyorum, bin bir mucizeye daha şahit oluyorum ve zekam beni kötü adamlardan korumaya yarıyor. Hayatta kalma savaşı bu! Küçük kara balık alacağını adlımı da bu hayattan hiç tanımadığı bir balığın hayatını kendi hayatına tercih ediyor? Düşünmeden yapmam artık imkansız.
Sevdiklerimin gözünde “özel” olma hissi beni ben yapıyor, özel olduğumu bildiğim için Allah’ı daha çok seviyorum. Ama bencillik buradada mı karşıma çıkıyor. Ben özelsem ama bana verilenlerden fazlası başkalarına da veriliyorsa. Sevdiğim adamlardan biri daha güzel bakıyorsa başkalarına, benden sakındığı cümleleri kuruyorsa bazılarına, sevdiğim kadınlardan biri kıymetli vaktini benden sakınıyorsa ve hatta kardeşim, canımın yarısı, benden daha hisli döküyorsa içini başkalarına (ben olmayan herkes başkası mı? ) NEDEN BU KADAR ÖNEMLİ? SAVAŞIYORUM.
Ve bir ayetle nihayete eriyor günüm, aklımdaki tüm sorular soğuyor;
“45-26 Biz onları sizden fazla imkanlarla donatmıştık. Onlara kulaklar gözler gönüller vermiştik. Fakat kulakları gözleri ve gönülleri onlara bir fayda sağlamadı.”
Eskiden bir adama aşıktım diyorum içinden, o adamla kendi düğününde ya da benimkinde dans etmek istiyorum.
Çevresinde olup bitenlerle ilgilenmeyen veya ilgilenmek istemeyen kişileri o konuda uyarmak boşunadır. Zira onlar ileriyi görmemekte direnir ve olaylar karşısında gaflet gösterirler. Bu bakımdan kendilerini uyarmak için söylenen sözler hep boşa gider, işe yaramaz.
Bu şarkıyı sevdiğini söylüyorsun. Sevdiğin şarkıyla ilgilendiğimden çok neden o şarkıyı sevdiğinle ilgileniyorum. Bunu sana nasıl anlatabilirim. Bunu bana nasıl anlatabilirsin.
Bazen o ışığı gördüğümü dile getiriyorum. Çünkü benim için “konuşmak” yazmak, söylemek, dile getirmek, işaret etmek, ima etmek, susarak anlamanı beklemek, dokunmak, sevmek, anlatmak, anımsatmak, bağırmak, fısıldamak ve benzeri birçok şekilde kendini gösteriyor. İnsanı insan yapan özelliklerden “konuşma” kimi zaman sanat gibi kimi zamansa gayet sıradan beliriyor. Bunu sana nasıl anlatabilirim.
Bir adam konuştuklarıyla bana dünyayı gezdiriyor, bir adam konuştuklarıyla bana okumadığım birçok kitabı okutuyor, bir adam konuştuklarıyla olmadığım bir şehirde yürürken ufkunda açılan pencerelerden beni de içeri alıyor, bir adam konuştuklarıyla gitmediğim filmleri bana da izlettiriyor, bir adam konuştuklarıyla düşündüğüm şeylerin aslında düşündüğüm gibi olmadığını anlatıyor, bakış açımı genişletiyor, bir adam konuştuklarıyla bana benden başka insanların geçmişlerini katıyor, büyüyorum, genişliyorum, bütün bunlar olurken beynim büyüyor, ufkum açılıyor, hayata bakışım değişiyor, düşünce eşiğim kendini geliştiriyor,, bunu sana nasıl anlatabilirim.
Bu şarkıyı sevdiğini söylüyorsun, üstelik dünyanın en güzel yerlerinden birindeyiz seninle, yediğimiz önümüzde yemediğimizi komşulara veriyoruz, biliyorum iyiyim, biliyorum iyisin, zaten bu kadar iyi olduğun için ben seninle, seni benim…
Dünyanın en güzel yerlerinden birindeyiz ve ben sana diyorum ki bu şarkının bana hissettirdiklerini bir bilsen… Gülümsüyorsun sadece, ne dediğimi anlar gibi gülümsesen, bunu görsem mesele yok ama bilmesen de, görmesen de, anlamasan da bana ne hissettiriyor diye sormuyorsun. Çünkü biliyorsun ki “ne hissettiriyor?” sorusu bir konuşma daha başlatacak. Çünkü biliyorsun ki o konuşma senin anlamadıklarına, senin bilmediklerine, senin düşünmediklerine ve senin konuşmadıklarına doğru yol alacak. Gülümsüyorsun ve tabii ki susuyorsun.
İki kişi telefonla konuşuyor, biri adam, biri madam. İki kişi telefonla konuşuyor ve bir şarkı çalmaya başlıyor aynı anda, ikisinin de bulunduğu aynı odada. İki kişi telefonla konuşuyor ve ikisi de aynı anda konuşarak aynı anda farklı şeyler anlatıyorlar birbirlerine. Sesler birbirine karışmıyor ama yine de, ikisinin algısı da anlattığı yerden devam ederken karşısındakinin ne anlattığını dinleyebilecek kadar açık. Sesler birbirine karışmıyor ve konuşmaya aç bu iki kişi kendilerini kendilerine büyük bir iştahla açmaya devam ediyorlar çünkü o güne kadar kendilerini başkalarına kapadıkları çok kapıları var. Büyük bir iştahla iki kişi telefonla konuşuyorlar ve o sırada bir şarkı çalmaya devam ediyor. Tabii ki aynı anda susuyorlar.
İkisi de susarak bu şarkıyı ne çok sevdiklerini anlatıyorlar birbirlerine –yoksa susmazlardı- ve ikisi de bu şarkıyı neden sevdiklerini biliyor.
Tezer Özlü “Ben en çok seni kavrayabiliyorum. Nasıl anlatayım. Senden başka hiçbir insanı tam anlamıyla, bütünüyle kavrayamıyorum” dediği Ferit Edgü'ye yazdığı mektuplardan öykü ve romanlarında olduğu gibi yalnızlığını dile getiriyor. Bu yalnızlıktan devşirdiği acıları, hüzünleri, sevinçleri ve mutlulukları; yeni kitaplarının ortaya çıkış süreçlerini anlatıyor
SEVENGÜL SÖNMEZ (Arşivi)
Yazarların mektupları -hangi nedenle ve kime yazıldıkları bir yana- edebiyat tarihçilerinin en önemli kaynağı olduğu gibi okur için de bir sanatçının iç dünyasına açılan kapılardan biridir. Kimi mektuplar, sanatçıların dünyaya ve sanata bakışını, eserlerinin izleğinde ama daha aydınlatıcı bir biçimde çıkarır önümüze, kimi mektuplar ise hayatın içinde sanatçının nerede ve nasıl durduğunu/ duramadığını anlatır. Bu nedenle yazarla yapıtı arasında kurulabilecek bağı önemseyen ya da araştıran biri için mektup, anı vb. metinler oldukça önemlidir. Ferit Edgü, Her Şeyin Sonundayım (Tezer Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları) adlı kitaba yazdığı önsözde yaşamlarıyla yapıtları arasında sınırlar olmayan yazarlardan bahseder. Tezer Özlü de Edgü’nün deyişiyle bu yazarlardandır: “Tezer Özlü, bu tür yazarlardan biriydi. Yazarlık gücünü yaşadıklarından alan, yaşadıkları için yazınsal bir dil yaratan, varoluşunu yazmaya, yazısını varoluşuna borçlu biri.” Mektup, en özel şeylerin anlatıldığı, sanatçının eserleri dışındaki dünyasında olup bitenlerin yer aldığı bir metin olarak, okurun sanatçıyı başka açılardan da tanımasını sağlarken, edebiyat tarihçisinin, pek çok eksiği gidermesine, tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış, unutulmuş gerçeklere ulaşmasına, kimi zaman da yanlışları düzeltmesine yardımcı olur. Edebi değeri her ne kadar büyük olursa olsun, bütün mektupların öncelikle “özel” olduğunu bilmek, bu türden yararlanarak yapılan araştırmalarda, çeşitli engeller yaratmaktadır. Araştırmacının karşılaştığı soru, bu türün genel sorunu olarak karşımıza çıkan, bir yabancı olarak bizim bu mektupları okumaya hakkımızın olup olmadığıdır. Benzer bir kaygıyla uzun süre bu mektupları yayımlamayan Ferit Edgü mektupların yayımlanma serüvenini de önsözde anlatmaktadır: “Her yazarın kendine ait (Virginia Woolf’un deyişiyle) bir odası olduğuna ve bu özel odaya, eline kitabı alan herkesin girmeye hakkı olmadığına inandığım için. Bugün, Tezer’in tüm yakınlarının izni, hatta isteğiyle, bu mektupları yayımlarken önemle belirtmek istediğim bir nokta var: Tezer, hastalığının düşüşe geçtiği dönemlerde (bazıları klinikte) yazdığı mektuplarda, yaşadıklarını dile getirdiği kadar, saplantılarını, (sözcüğü bağışlayın) sabuklamalarını da dile getiriyor. Okur, bu mektupları bu gerçeği göz önünde tutarak okuyup anlamalıdır.” 1966’da başlayan ve 1985’in son günlerine dek süren bu yazışmalar Tezer Özlü’nün yazdıklarının kılavuzu ve ruhunun iç dökümü. Ancak bu mektupları çarpıcı kılan sadece bu özellikleri değil, mektuplarda edebiyatı her an yaşayan, yaşamla yazmak arasında gidip gelen bir ruhun izini sürmek mümkün.Üstelik her mektup büyük bir kütüphanenin habercisi.
Özel hayatı da var Tezer Özlü’nün en yakınlarından biri olan Ferit Edgü’ye yazdıklarında özel hayatına ilişkin kimi ayrıntılar da vardır. Evlilikleri, boşanmaları ve günlük hayatın sürdürülmesi için yapılması gerekenler. Bütün bunları yazarken de Tezer Özlü’nün kendine has anlatımını görürüz. İç kıyıcı ama uzaklaşılıp bakılması gereken meselelerdir bunlar. İlerlemiş depresyonunda kullandığı ilaçlar, doktorlar, hastaneler de yer alır mektuplarda. Bunlar okurun Özlü’nün dünyasına bir adım daha yaklaşmasını ve onun yaşamaya ya da ölmeye, gençliğe ya da yaşlılığa dair düşüncelerini öğrenmesini sağlar. Okur onun bitmek bilmeyen umudunun bir parçası olur mektupların ilerleyen sayfalarında: Çok iyiyim, bir haf ta sonra hastaneden çıkacağım. Çok yeni, çok güzel günler bekliyor beni. Bunların hepsini hak ettim. (Ankara, 9 Ocak 1967) Artık, hastalığımın düşüncesi de kafamdan sıyrılmaya başladı, üstelik bu durumun yararlı yönlerini bile bulmaya başladım... (Ankara, 13 Ocak 1968) Yazının başında da söylediğim gibi mektuplar bir yazarın evrenini aydınlatan, onun edebiyata ve diğer sanatlara nasıl baktığını gösteren önemli metinlerdir. Tezer Özlü’nün Ferit Edgü’ye yazdığı mektuplar onun sinemaya ve müziğe olan tutkusunu da açıkça ortaya koymaktadır. Erden Kıral’ın filmler başta olmak üzere, izlediği filmler, dinlediği müzikler mektupların satıraralarında uçuşur gider: Çok iyi olan pikabımdan Bach’ı kaldırdım, Telemann’ı koydum. Torelli ve Marcello’yu da çok sever oldum, ama plağı yok. Hiç plak yok zaten (2 Bach, 1 Händel, bir de Telemann var). (İstanbul, 11 Şubat 1967) Ingmar Bergman’ın Yaban Çilekleri ve Aynadaki Sessizlik adlı kitaplarını çeviren Tezer Özlü okurken bir yandan da çeviriyi düşünmektedir. Ferit Edgü’ye sıkça çevirmek istediği kitapları yazar. Kitapları ve yazarlarını uzun uzun anlatır: Çevirmek istediğim üç kitap var: 1) Golem 2) Max Brod/ Kafka 3) Peter Weiss (Abschied [von] den Eltern). (İstanbul, 11 Şubat 1967) Neredeyse tüm mektuplarında okudukları kitaplar vardır: Vladimir Neff, Kafka, Dostoyevski. Ferit Edgü’yle ikisinin ortak aşkları Kafka’dan sıkça söz eder Tezer Özlü: Yazmış olduğun mektup gerçekten çok güzel. Onu Kafka’nın “Briefe an Felice”si kadar seviyorum. (Ankara, 16 Şubat 1967) Zaten müşterek aşklarımız çok. Dostoyevski, Kafka. Bir yıldır ben de yalnız Kafka okuyabiliyorum. (Endenna, 26 Mart 1984) Tezer Özlü’nün pek çok yazarı keşfine tanıklık ederiz bu mektuplarda. Peter Weiss başta olmak üzere Robert Walser’i okumanın heyecanını sürekli dile getirir: Robert Walser’i tanır mısın? İsviçre edebiyatının bence en önemli yazarı. Tam bir Kafkaesk korku ve Dostoyevski yüreği ve zaman zaman Gogol acı humoru taşıyan bir yazar. (Zürih, 7 Ağustos 1984) Robert Walser’i Türkçeye çevirmek ister. İsviçre’de Pro Helvetia adlı bir kurumdan yardım almayı ve onların vereceği parayla kitabı Ada Yayınları’ndan yayımlamayı planlamakta, bunun için de Ferit Edgü’yü ikna etmeye çalışır. Ferit Edgü’nün Tezer Özlü’ye yazdığı (kitapta yer alan) ilk mektup 20 Mart 1984 tarihini taşımakta. Bu mektup Türk edebiyatına bir başyapıtın kazandırılma hikâyesidir gerçekte. Ferit Edgü Tezer Özlü’nün “Bir İntiharın İzinde” adıyla yazıp gönderdiği kitabı okumuş ve ilk izlenimlerini yazmıştır: “Bir İntiharın İzinde” müthiş bir kitap. Çok müthiş bir kitap. (Başka sözcük bulamıyorum.) Yıllar var ki böyle bir metin okumadım. (Tabii Türkçe metinlerden söz etmiyorum.) Bana gençlik yıllarımda, Rimbaud’yu, Lautreamont’u, daha sonra Kafka’yı, Rilke’yi, Hölderlin’i keşfettiğim günleri yaşattı. Birkaç yıl önce, çocukluğunun soğuk geceleri için düşünüp de söyleyemediğim, dile getiremediğim buydu işte: o malzemenin öykülemeye değin, böylesi bir çığlığa dönüşmesi gerektiğini düşlemiştim. İçine sıçayım edebi türlerin. Romanın. Öykünün. Şiirin. İçine sıçayım. Bana yaşamın ucuna yapılan yolculuklar gerek. Bu yolculuğun türü olur mu? Ferit Edgü’nün bu satırları unutulmaz bir kitap adını müjdeler: Kitabına ne güzel yakışırdı YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK.
Varoluşun ucuna yolculuk Sonraki mektuplar boyunca Yaşamın Ucuna Yolculuk’u ve Pavese’yi konuşurlar. Tezer Özlü bu adı benimser, Celiné’nin Gecenin Sonuna Yolculuk’a benzemesinden biraz çekinse de 26 Mart 1984’te kitabının kendi içindeki yankısını dile getirir: Dediğin gibi, kitap benim varoluşumun ucuna yolculuk. Belki bundan sonra ölümümün ucuna da yolculuk edebilirim. Ferit Edgü kitabın kusursuz yayımlanması için çok çalışmış ancak Tezer Özlü’nün düzeltileri geç kalmış, dizgide, düzeltide aksaklıklar olmuştur. Kitap Edgü’nün içine sinmeyecek biçimde hatalı çıkmıştır. 27 Nisan 1984’te yazdığı mektupta basılmış üç bin kitabı kalorifer kazanında yakacağını söyler ve 7 Mayıs’ta da “Kitap bu yanlışlarla çıksaydı, çıldırırdım. Çünkü herhangi bir kitap değil” diye yazar. Yaşamın Ucuna Yolculuk’la birlikte Svevo ve Handke’nin kitabı da yayımlanacaktır. Tezer Özlü bu tesadüfe çok sevinmiştir. Ferit Edgü Handke’nin kitabının Türkçe adı için öneriler göndermesini ister Tezer Özlü’den. Tezer Özlü kitabın adını çok sevmiş ve kendine çok yakın bulmuş olmalı ki sonraki mektuplarda da sıkça bu kitabın adına göndermeler yapmıştır: Handke’nin Wunchloses Unglück adı için birkaç öneri yazmayı denedim... Bir saniyede şu sözcükler boşaldı: Mutsuzluğun İsteksizliği (kelime çevirisi)... Mutsuzluğun Boşluğu/ Mutsuzluğun Sessizliği/ Mutsuzluğun Hiçliği/ Mutsuz Bir Hiçlik/ Mutsuzluğun Bırakılmışlığı/ Mutsuzluğun Durgunluğu. (Zürih, 27 Temmuz 1984) Ferit Edgü Yaşamın Ucuna Yolculuk çıktıktan sonra gazete ve dergilerde çıkan yazıları, eleştirileri kesip bir kopyasını Tezer Özlü’ye gönderir. Bunların içinde Fethi Naci’nin yazdıkları hayal kırıklığı yaratır Tezer Özlü de, hatta biraz kızdırır bile onu:
Fethi naci’ye kızar Benim kitap için Fethi Naci’nin yazdığını okudum. Biz neler yazıyoruz, onlar neler yazıyor. Ne gibi bir dil kullanıyorlar. Aramızda uçurumlar var. Ayrıca kitap üzerine bir tek cümle kurmayı başaramamış. Ama kendi sorunu. (Zürih, 1 Ekim 1984) Mektuplar boyunca Sezer Duru, Orhan Duru ve Demir Özlü’nün Tezer’in hayatındaki yerini de görürüz. Sezer ve Demir kardeş olmaktan çok ötede, onun varoluş mücadelesinin de yazarlığının da en önemli destekçileri olurlar. Ferit Edgü’nün de yakın arkadaşları oldukları için mektuplarda karşılıklı olarak haberler verilir, buluşmalar anlatılır, planlar yapılır. Her buluşma bir şenliğe dönüşür. Tezer Özlü “Ben en çok seni kavrayabiliyorum. Nasıl anlatayım. Senden başka hiçbir insanı tam anlamıyla, bütünüyle kavrayamıyorum” dediği Ferit Edgü’ye yazdığı mektuplardan öykü ve romanlarında olduğu gibi yalnızlığını dile getiriyor. Bu yalnızlıktan devşirdiği acıları, hüzünleri, sevinçleri ve mutlulukları anlatıyor. Bütün bunları yazdığı kişi en yakın arkadaşlarından biri olunca çok daha derin ve yoğun hissediliyor yaşadıkları. Yapıtlarına kaynaklık eden o iç huzursuzluğun ve arayışın izleri, -belki tamamı- bu mektuplarda karşımıza çıkıyor. Her Şeyin Sonundayım Tezer Özlü’nün olduğu kadar Ferit Edgü’nün de sanat anlayışına, edebiyatçılığına , Yaşamın Ucuna Yolculuk’un yayımlanma serüveninde öğrendiğimiz üzere yayıncılıktaki titizliğine de ışık tutan mektuplardan oluşuyor. Edgü’nün ruh hallerine, yazma ve okuma tutkusuna ama dahası iyi edebiyat karşısındaki heyecanına tanıklık ediyor bu mektuplar. Anlatıklarıyla ve anlatım biçimleriyle mektubun edebi bir tür olduğunu açıkça ortaya koyan bu mektuplar Tezer Özlü ve Ferit Edgü’nün yapıtlarıyla birlikte okunabileceği gibi tek başına da birer mücevher. Toprağın en derin yerlerinden kazılarak getirilmiş, bu kazının tüm darbelerini içinde barındıran ama ışıl ışıl parlayan bir mücevher.
Post under
izlesene
zaman:
01:27
Gönderen
ceren baykal
fazla söze gerek yok, çünkü "bizimkiler" aynı hislerle her pazar ekran karşısına geçen herkes için gerçekten "bizimkiler" imiş . . . eski bayramların neşe ve huzurla anılması gibi anılması tam da bundanmış. ve hatta bu bölümün youtube da bulunması da bu yüzden manidarmış belki de. bulduğuma sevindim.
hangisi gerçek oldu diye başlık atmışlar, geçmişte gelecek için düşünülen, çizilen, hayal edilen ne varsa koymuşlar dosyanın içine, kimbilir daha neler vardır.. konuyla ilgilenilse daha neler çıkar fikri heyecanım oldu bugün. hani hep diyoruz ya okuduklarımız okundu daha önce, söylenenler söylendi, yazdıklarımız yazıldı... biz neyiz kimiz nereye gidiyoruz a kadar uzanan sorular silsilesi farkımız ne diye nihayete ererken ben biliyorum farkımı. ben kendimin farkındayım da üstelik. ayrıca çok da özelim, hepimiz gibi, hepimizden farklı olarak ama hepimiz gibi işte.
çok kullandığım bir tamlama olan beynimizdeki kıvrımlar bir zamanlar yapı kredinin çıkarttığı minik kitaplardan içinizde kaç koridor var ı hatırlattı şimdide. deneysel çalışmama kaldığım yerden devam ediyorum ama biliyorum da insan kobay değildir ama en enteresan kobay da insandır bir yandan. deneysel çalışmama devam ediyorum dedim, kobay benim. giderek kendimi daha fazla gözlemliyorum. hislerimi, heyecanlarımı, her duruma verdiğim farklı tepkileri, bazen aynı replikleri giderek daha fazla gözlemliyorum. ama bu bişeyleri daha fark etmemden öteye gidemiyor, yani gidiyor da bu konuda hızlı ilerleyemediğim bir gerçek.
mesela ben çok güzel severim, mesela ben sevdiğimin üzerine de düşerim bunu biliyorum. bunun bilgisi de bilgim dahilindeydi ama bugünlerde hissini de tatma fırsatı buldum. hem ben birinin üzerine düşülmemesi gerektiği konusunda yıllarca kafa yormuş, yıllarca cümleler kurmuştum. herşeyin bilgisi içimdeydi ama insan kendisi olunca dibine ışık vermiyor. mum du o dimi. mum diyorum dibine ışık vermiyor. ama biz mum değiliz, insanız. değiştirebilir, değişebiliriz.
mesela birlikte jetgillerin yaşadığı ülkeyi ziyaret edebilir, ordan alice'e uğrar eve döneriz. ninja turtles ın kullandığı mazgal kapağını da sana gösteririm giderken, merak etme...
hep aynı hissi veriyor sevdiğimin güneşinin ışıkları (ışınları mı demeliydim) ...
sınırsız bi gitmek isteği, gezmek gezmek kaybolacakmış gibi sanki bir yerlere varma kaygısı olmaksızın...yürüye yürüye, koşa koşa, yerlerde yuvarlanarak bile hatta.
ama özellikle de birazcık tarihi yapı, taş bina filan olsun isterim. galata olabilir, eminönü olabilir, ne bileyim...
siyah beyaz fotoğraflara renk katmış gibi hissediyorum sanki oralarda. gün, güneş, zamanmakinesi gibi beni yaşamak istediğim yıllara götürürken (yanlış anlamayın, yaşadığım yüzyılı da seviyorum elbette) ben duriyim öyle, poz verir gibi tulumbalı eski bir makineye...
Vedat için kariyer, 'birinin diğerine hava atması' demek, yani parası olan kariyerli oluyor. Çağkan, 6 yıldır bilgisayar kullanıyor ve tercih edeceği üniversiteyi çoktan seçmiş... İki farklı dünyada yetişen 14 yaşlarındaki iki çocuğa aynı soruları sorduk. İşte cevapları....
Televizyonda film izliyorum. Atari salonlarına gidiyoruz, arkadaşlarla oyun oynuyoruz. Sokakta maç yapıyoruz. Bir de okuldan çıktıktan sonra amcamın bakkalında çalışıyorum. Ona yardım ediyorum. Bir de internet kafeye gidip başka okullara giden arkadaşlarımla konuşuyorum, oyun oynuyorum. Yazları da çantacıda çalışıyorum 2-3 ay.
Eğitim ve mesleki planların neler, üniversite eğitimi konusunda ne düşünüyorsun?
Büyük ihtimalle liseyi bitiririm ama üniversite okuyamam. Ben çok yaramazım, daha dün disiplindeydim. Okulda çok kavgalar oluyor. Bir de özel ders alamıyoruz, dersler güzel değil.
Peki, 10 yıl sonra kendini nasıl hayal ediyorsun, sence nerede olacaksın?
10 yıl sonra evlenmiş olurum sevdiğim biriyle. Ama İstanbul'da yaşamak istemem. İzmit'e ya da Balıkesir'e giderim, oralar güzel. Orada bir iş bulurum.
Diyelim ki bir piyango bileti aldın ve sana ikramiye çıktı, bu paranın ne kadar olmasını istersin, ne kadar olursa çok mutlu olursun?
Mesela yüz milyar çok büyük paradır. Büyük ikramiye o kadar olabilir.
Peki, bu çıkan parayla neler yaparsın?
Önce kendime bir ev alırım. Orada yaşarız. Sonra da bir iş kurarım. Mesela bir büfe açarım ya da çantacı olabilir çünkü çantaların nasıl yapıldığını öğrendim.
Peki, sence kariyer nedir?
Ya mesela birisi birine hava atıyor. Yani mesela bir yerde ben şunu alacağım diyorsun, o da diyor "aman ondan bende var", hava atıyor diğerine. Parası olan kariyerli oluyor.
Peki, alışveriş senin için ne anlam ifade ediyor, ihtiyaçlarını kendin mi karşılarsın?
Annem alır genelde, bizim burada pazar kuruluyor. Bir de Kasımpaşa'ya gideriz. Bir şeyi beğenmişsem dayıma söylerim o alır. Bakkalda çalışınca bana para veriyor dayım.
Yatağa yattığında ne düşünürsün, neleri hayal edersin?
Yatağa yattığımda ertesi gün okulu düşünürüm. Okulda neler olacağını. Çok kavga oluyor bizim okulda.
Okula nasıl gelip gidiyorsun?
Ev yakın, yürüyerek geliyorum. Ama seneye motorla geleceğim.
Ne tür abur cuburlardan hoşlanırsın?
Cips, çikolata...
Kitap okur musun? Hangi kitabı okudun en son?
Kitap okurum. Öğretmen Namık Kemal'in bir kitabını okutturmuştu.
Çocuk Hakları Beyannamesi'nden haberin var mı, neleri içeriyor olabilir?
Bizim sınıfta bir çocuk vardı. Annesi dilenciydi, babası alkolikti. Geçen sene annesi öldü. Babası zorla çalıştırıyordu. Sertaç sonra evden kaçmış artık sokaklarda yatıyormuş, ara sıra geliyor bizim okulun buraya.
Oyun: Futbol
Alışveriş: Üst-baş, Ayakkabı
Hak: Hakkımı savunabilmek isterim
Başarı: Kazanmak
Spor: Koşmak
İnternet: Oyun
Güzel: Telefon
Aile: Anne-Baba
Mutluluk: Sevinç
Ağlamak: Üzülmek
Şiir: Öğretmen özel günlerde öğretmen okunmasını ister.
Kitap: Namık Kemal
Baba: Bize bakan
Çağkan, dua ediyor
Boş zamanlarında, tatillerde neler yaparsın? Hobilerin nelerdir?
Bilgisayarla ilgilenirim. Araştırma ödevlerimi yaparım. Google'den araştırırım genelde. Zekâ oyunları oynarım. Msn kullanırım bir de Youtube'u kullanırım. Ayrıca okulun basketbol takımındayım, ondan önce de Nişantaşı'nda oynuyordum ama şimdi hafta sonları dershaneye gittiğim için fazla vakit ayıramıyorum basketbola.
Eğitim ve mesleki planların neler?
Günlük yaşamda bilgisayarı çok kullanıyorum ve kendimi bu işe yatkın buluyorum. 6 yıldır bilgisayarım var ve herhangi bir arıza çıktığında kendim tamir edebiliyorum. Üniversite olarak ise ilk olarak Bahçeşehir Üniversitesi Fen-Teknoloji Bölümü'nü tercih etmeyi düşünüyorum. Robot ve bilgisayar yapımı gibi seçenekleri var, ona da o zaman karar vereceğim.
10 yıl sonra kendini nerede hayal ediyorsun,
24 yaşında olacağım, üniversite bitmiş olacak ve büyük ihtimalle askere gidiyor olurum.
Piyangodan ikramiye çıksa ne yaparsın?
Ne kadar para çıkmış olursa olsun sevinirim. Bağış yaparım. Çünkü o para alın teriyle kazanılmış para değildir.
Sence kariyer nedir?
Kariyer bir insanın olmak istediği yerde olmasıdır. Mesela benim sevdiğim bir konuda uzmanlaşmam gibi.
Peki, alışveriş ne anlam ifade ediyor?
Beğendiğim bir şey olduğunda kendim alabilirim. Annemden para alırım.
Gece yatağa yattığında neleri hayal edersin?
Dua ederim. Sağlık, mutluluk, yoksullara yardım, ev, derslerimi kolayca geçmek ve iyi bir meslek edinmeyi dilerim. Hayal kurduğumda evlendiğimi, iyi kalpli bir karım olduğunu hayal ederim.
Okula nasıl gelip gidiyorsun?
Annemle babam arabayla aynı yere gelmelerine rağmen beni bir akrabamız bırakıyor. Bazen de babam bırakıyor.
Sevdiğin abur cubur?
Crunch, Nestea şeftali...
Hangi kitabı okudun en son?
Yılda 10-12 kitap okuyorum. Zaten öğretmenlerimiz de zaman zaman kitap öneriyor. Ben de bir kitabı okumadan önce öğretmenime danışırım, o beni yönlendirir. Kitabın sürükleyici olması okumam için en önemli sebeptir. Son okuduğum kitap Victor Hugo-Sefiller. Gazete ise genellikle pazar günleri alıyoruz ve pazar günleri ilk sayfayı mutlaka okurum.
Çocuk hakları beyannamesi ne anlam ifade ediyor?
Bütün çocuklara eşit eğitim hakkının olması gerektiğini düşünüyorum. Zenginlik fakirlik gibi nedenlerle okuyamayan çocuk olmamalı.
Oyun: Knight Online
Alışveriş: Ayakkabı
Hak: Anayasa
Başarı: Sınav
Spor: Basketbol
İnternet: Youtube
Güzel: Bayan
Aile: Anne
Mutluluk: Sağlık
Ağlamak: Karne
Şiir: Şair, Orhan Veli
Kitap: Türkçe
Baba: Oğul
23.12.2007
vakti zamanında yenişafak'ta yayımlanan röportajım. haberin aslı şu linkte:
"Goethe'den Ruha Dokunan Düşünceler" yeni adıyla "Ne Demiş Goethe"
Goethe, gerçek bir Faust, İranlı, Hintli, Barbar, Yunan, İtalyan... Bütün milletlerin vatandaşı ve bütün çağların insanı. Zamanın ve mekânın dilediği bölümünde yaşar. Dünya ve tarih has bahçesidir. -Cemil Meriç