Çünkü biz ceza kavramı üzerine böyle şeyler düşünüyoruz ve ceza gibi hukuk okuyoruz. Sevgisiz kalmış insanlara acıyoruz ve herkesi bir ömre yetecek kadar sevmek istiyoruz.
yazamamak düşünememek gibi bazen. yazmamak düşünmemek gibi değil ama. insan bazen düşünmek isteyebilir. istemeyedebilir. bu gece o gece. bu gün o gün. elbet bir an olacaktı ve elini nereye koyacağını şaşıracaktın. bacaklarını yerde zor tutacaktın. bu hoşlandığı çocuğu tüm ders aralarında göz hapsine alan kız çocuğunun farkedildiğini fark etme anı gibi. bu o çocuğun kızın telefon numarasını istemesi gibi. ilerleyen yaşlarda bu belki umutsuz hasta olan yaşlı adamın destek ünitesi olmadan nefes almaya başlaması gibi. oysa hayat güzel. ne umutsuz hasta var ortada, ne umutsuz kız çocuğu. ama bu bazen, bazen işte..
insan bir şeye heyecanlanmak isteyebilir. istemeyedebilir tabi bu ona kalmış. ama heyecan güzel bir şeydir. yıllardır açmayan çiçeğin tomurcuk vermesi beni heyecanlandırabilir. en sevdiğin grubun konserine gidecek olman seni heyecanlandırabilir. bizi heyecanlandıran şeyler farklı olabilir ama bu aynı şeye aynı anda heyecanlanmak gibi.
bir şarkı dinlersin. radyoda çalan şarkı değildir duyduğun ama. insan bir şarkının içinde başka bir şarkıyı duyabilir. duymayadabilir tabi ama gözlerinin kör olması lazım duymamak için. bakan gözlerinin değil, gören gözlerinin hepsinin.
ben bedenimden çok çıktım ağladım arka odada, ben bedenimden bir çıktım dans ettik senle sokakta. bedenimden çıkmak istemediğim de oldu arada.
-ben burayı çok sevdim en sevdiğim, sevmek böyle bir şey değil öğrendim. sözlerim seni yanıltmasın ama.
Mesela yere basmıyordum uyanınca. Pembe bir bulutun içine kalkıyordum. Öyle büyük hisler vardı dünyada ben unutamıyordum. Kalbim büyüyordu, içim ona dar geliyordu ve bu bir hastalık belirtisi değil kitlelerin afyonuydu. Ben unutmuyordum. Senin mesafelerinden ise uzaktım.
Sokağa çıkarmaya çalışmıyordum hiç başımı. Benim evim sokaktı. Diyordum ki zaten gerçek bu, hayatın bu ikinci kanalı. Ölsek kalsak kim duyacak, Geride anıtlar kalacak, birilerinin fatihası şanslıysak.
Diyor ki Ondan geldik, yine Ona dönücez. Bu cümleyi kuran da Ona dönecek. Eşyaların bile kalmayacak geride, seni doğuran ana toprak ana oluyorsa..
Gerçeği biliyordu. İnancı sağlamdı. Öyle saygı duyuyordum ki ona. Benim heveslerim vardı. O biliyordu bunlar gerçek değil. Benim telaşlarım vardı. O diyordu bunlar gerçek değil. Yüzünde gerçeği bilmenin huzuru ve gururu vardı. Kuvvetini inancından alıyordu ayakları üzerinde hem dik hem bir hiç gibi duruşunun ardında bu gerçek vardı.
Senin mesafelerin vardı. Seni tanıdıkça mesafelerini daha net görüyordum. Ve allahım diyordum ben bunca mesafeyle ne yaparım?
O biliyordu ne kadar yalnız olduğumuzu ve ne kadar yalnız olmadığımızı da. Güvenli mesafeleri vardı. Dünyası benim dünyamla böyle iç içe nasıl yalnız ve nasıl sağlam basıyordu yere...
Allahım ne olur mesafeler girmesin aramıza ya dönüşüyordu duam. Seksen yaşında aşık bir adamın gözyaşlarında boğulmamaya çalışırken. Ne olur Allahım. Dedem öldüğünde de ağlamadım, biliyorum sevenler kavuşacak, yeter ki sen aramıza mesafeler koyma.
Kalbim
koptu. Aksaray’ daydım. İğne atsan yere düşmez, top patlasa binlerce mevta. Kalbim
koptu.
Bazen
filmlerde görüyordum seni. Artist olmuşsun. Onların gözleriyle karşındaki
benlere bakıyordun. Yüzünü tutuyordum ben senin ve sen “bu gerçek” diyordun. Bu
gerçek.
Sen
gittiğinden beri gerçeklik kılık değiştirip duruyordu oysa. Uzun zaman stabil
kaldığı da oluyordu ve ben bu sefer bu gerçek diyordum. Cümle kurmayı
unutuyordum. Yani konuşma dilini değil elbette, o birini kurarken ötekini
kovalayan cümlelerden olanını…
Bazen
seni düşünemediğim için kendime kızıyordum. Gerçek olan bu değilse, düşünememek
de normal diye avunuyordum sonra. Dedim ya gerçek kılık değiştirip duruyordu.
Sonra
sen filmden bana bakıyor ve bir cümle kuruyordun. Sonra o cümlen zamanlarca
beynimin kıvrımlarında bir görünüp bir kayboluyor.
“Gençtik”
diyorsun, “tecrübesizdik bu çocuğu yaptığımızda” . “çocuk gerçek mi” diyorum. Çocuk
büyüyor, çocuk hastalanıyor, biz bu gerçekliği sorgularken belki ölüyor. Sen “gençtik”
diyorsun.
*Her günüm başka Leyla, çok üzgün olabilirim. Bu yürek benim
değil mi, yollara atabilirim.
Bir teselli biçimi olarak ilham: sen gelmediğinde gelirdi.
Bir armağan olarak ilham: yanında getirdiğin hediyeydi.
Seramik fincanda çay içiyorduk. Bardağın üzerinde desenler
vardı. Sen bardağı kaldırıp indiriyordun. Birer yudum içiyordun, yavaş yavaş. Sen
bardağı ağzına götürdüğünde şehrin bütün ışıkları yanıyordu. Kuşlar cıvıl
cıvıldı bir ben duyuyordum. Evin kapısından bir çocuk çıkıp bisiklete biniyordu
çünkü oralar hep düzdü, bisiklet kullanmaya müsait. Bardağı masaya tekrar bıraktığında köprünün
ışıkları sönüyordu. Rüzgar esiyordu, evlerin çatılarına bir şeyler oluyordu. Hırsız
gelip çocuğun bisikletini çalıyordu ve içimdeki tüm kuşlar ölüyordu. Sen ben
bardağa bakıyorum sanıyordun.
Seni konuşarak seni susarak seni daha iyi anlamaya
çalışıyordum her seferinde. Bu benim yaşam amacım gibi bir şey olmuştu. Bazen elimi
göbeğine dokunduruyordum usulca, çünkü birinin göbeğine dokunmak anne karnına
dokunmakla eşdeğerdir. Dünyaya geldiğin zamandaki şartları daha iyi bilsem
belki, seni doğuranı daha iyi bilsem belki, yazını okuyabilsem belki ve yazını
yaşarken neler hissettiğini bilsem belki daha iyi anlarım diyordum.
Bazen kasten yaptıklarını dinliyordum senden, bazen kasten
yaptığını söylediklerini başkalarından ve bazen istemeden yaptığını
söylediklerini. Hangilerini gerçekte kasten yaptığını hangilerini gerçekte
istemeden yaptığını hayal ediyordum sonra bir bir. Masaya ihtimalleri
koyuyordum. İhtimalleri sıralayıp tabi yine daha iyi anlamaya çalışıyordum.
Şiirler okuyordum. İçinde acı olan her şeye saygım vardı. Saygım
vardı çünkü acı çekebilmek bence büyük sanattı. Acı çekmemek ise bir tercihti. Ama
bir de istemeden acı çekenler vardı ki bence cennetlikti onlar. Cennet tüm acı
çekenlerin ayağının altındaydı ama cennet için bile acı çeken birinin
ayaklarını öpmeyi tercih etmezdiniz. Ben
yemekler yapıyordum ve içine bol acı katıyordum. Acı yemekler yiyince cennetlik
olmuyorduk ama.
Tüm umutsuzluklar güneş yokken oluyordu. Mesela ben birkaç gün
güneşi görmesem yüzüm sirke satmaya başlayabilirdi. Dünya bu şartlarda kötü bir
yerdi.
Sabah güneşi görürsem dünyanın en mutlusu bendim. O gün
seninle deniz kenarında otursak, o çayı çay bardağında içsek ben bu kara
yellerinden uzakta senin annenin karnından sana doğabilirdim.
O romanı
yazabilseydim kendimi bir şey yapmış sayabilecektim. Çünkü öyle kocaman hisler
bir yere gitmemiş olacaktı ve elimde somut bir iz kalacaktı. Bir çocuk doğurmuş
gibi olacaktım belki. O çocuk elimde olabilecekti. Ama şimdi güçsüz
hissediyorum. Cümleleri bir araya getirmeye o kadar gücüm yok ki. Üstelik bu
yeni hal en -çok kendi seçimlerimin beni yürüttüğü bir yolda iken- öyle bir hal
ki…
Define arar gibi çıplak kaldığın yerlere
bakıyorum. Tüm gizlerden uzak bir iz arıyorum. Sana ait bir iz. Ama artık kendi
çıplak kaldığım yerlere de bakıyorum. Eskiden böyle değildi. Eskiden ben ayan
beyan ortada olandım zaten. Kendimi ortaya koyandım, hem söylemeden orda
olandım. Şimdi bundan bile emin değilim. Şimdi sadece seni değil, kendimi de
arıyorum.
Her sabah
şükrederek uyanıyorum. Her gün evden dua ederek çıkıyorum ve çiçeklere bakıp
gülümsüyorum. Ama sonra soruyorum ne için? Gün içinde devam ediyorum hep ‘ne
için’.Mesele şahit olduklarımın benim
için olduklarının farkında olmamamda değil. Ne için diyorum, farkındayım ama ne
için ne yapıyorum. Farkında olmak bazen yetmiyor.
Bir abajura
bakıyorum, ne güzel, bir ağaca bakıyorum ne güzel, bir çocuğa bakıyorum ne
kadar güzel, bir eve bakıyorum, o da güzel. Bir vapura biniyorum mucize, bir
denize bakıyorum inanılmaz, bir kadın hamile, inanması güç geliyor, bir
aynaları görmezden geliyorum.
Bazen seviniyorum.
Sevinçten içim içime sığmıyor, beni bir sen anlıyorsun diye. Bazen öfkeden
çılgına dönüyorum. Öfkemin içinde öyle çok şey oluyor ki bir sürü filmin bir
sürü güzel sahnesini gösteren televizyonlar bir bir patlıyor. Öfkeden yüzüne
bakmıyorum. Yüzüne bakmasam sen yine anladığımı ben de senin anladığını
biliyorum. Ama bilmek bazen yetmiyor. Bunu da biliyorum. Ağzından bir cümle
çıkıyor sonra. Kurduğun cümleye onlarca kişi şahit oluyor ve hepsinin kafasında
aynı soru işareti oluyor bir ‘acaba’ ile birlikte. Ben gülümsüyorum, çünkü ben
her cümleyi o ‘acaba’ için kuruyorum.
Nerede olduğunu bulamıyorum. Oysa hep bilirdim. Hep bilip ya
da sonradan öğrenip bildiğimi düşünürdüm. Bu sefer bulamıyorum. İçimde bir şey
kayıp gibi. Bu her zaman değil ama zaman zaman beni çok huzursuz ediyor. Uzaklara
bundan bakıyorum. İçimden seninle konuşamamaya başladım. Sanırım beni en çok
zorlayan bu oluyor. Hayatım her zaman
zorlu dönemeçlerden geçiyor. O dönemeçler yol ayrımı barındırabiliyor da
içinde. Ama sen yokken o da olmuyor. Seninle konuşamadan ayrılamadığım yollarla
dolu geçmişim. Ve geleceğim. Bu sefer bulamıyorum.
Sana anlatmak istediklerimi de biriktiremiyorum. Mesela eskiden
gün içinde kafamı meşgul eden her ayrıntı belli bir süzgeçten geçtikten sonra
sana anlatılmaya değer olanlar sırasına giriyorlardı. Şimdi hayatımda sana
anlatamayacağım şeyler bile var. Anlatmayı istesem bile anlatamayacaklarım da var üstelik.
Yani evet şükrediyorum, yine de şükrediyorum ve beni
affetmesini diliyorum bu fani telaşlarım için. Ama bu aralar ettiğim şükür bile
eksik sanki. Dolu bir teşekkür edemiyorum çünkü içimden alınmış bir minnet
duygusu da var. Sen yoksun diye minnetsiz olma hali.
Ne istediğimi bilmiyorum. Seninle konuşsak ne istediğimi ben
yine bilmem ama en azından kafam daha net olur. Yani diyorum ne isteyip
istemediğimi umursamam. Ama.. seninle konuşmayı da tam olarak istemiyorum
artık. Yani diyorum ya, ne istediğimi gerçekten bilmiyorum.
Her şeyin başı sağlık, bunu unutmamam gerekiyor, onu
biliyorum. Bu fani telaşlarım için beni affet.
gerçeğin bin bir türlü hali var diyordu. gerçeğin her halinden bana bakıyordu. gerçeğin çeşitli hallerinden farklı gözlerle bana bakarak benim bin bir farklı halimi görüyordu. o görüyordu. seninle konuşamıyoruz dedim ona. seninle hiç konuşamasak da nasıl anlaşıyoruz buna şaşırıyorum dedim. o aynada gördükleri kadar gerçek gözlerle bana baktı yine. aynada gördüklerin bile ne kadar değişiyor dedim yıllandıkça. gidip sakallarını tıraş etti, saçlarını kesti ve tekrar aynaya baktı gerçeğin bilmemkaçıncı halindeki gözleriyle. aynada gördüğün farklı bir sen mi dedim ona. o yine bana sustu.
gerçeğin bin bir türlü hali vardı, gerçeğin hangi halini görüyordu?seninle hiç konuşamıyoruz dedim ona. seninle böyle susarak gerçeğin hangi halinde konuşuyorduk? o yine bana sustu.
bazen en doğru cümleler bile geldiği anlamlara gelmez; içimde bir yer var, içimde binlerce yer var ve ben tüm bu yerleri her gözümü açıp kapadığımda bir diğer saniyeye taşıyorum o yerleri dedim ona. bu cümledeki hiç bir kelimeyi kullanmadan.
Kimi müspet hisler bizi yaklaştırır birine, kimi müspet izler uzaklaştırır. Üstelik benzer hislerin bu iki farklı durumu yaratması hali aynı zaman dilimine denk düşebilir, gün olarak, yıl olarak, saat olarak farklılık gösterse bile. Ve kimisi bir şey yaparak herkesin ilgisini çeker, kimisi bir şey yapmayarak birisinin.
Aklımdan bunlar geçiyordu sen konuşurken. Aklımdan bunlar geçerken sınavlarda aldığım notlar kafamı kurcalıyordu, ertesi gün mesaiye kalıp vizyona girmesini uzun süredir beklediğim filmin ilk gösterimine gidemeyecek olmam, çantamda duran ve tüm gün okumaya fırsat bulamadığım kitap, maaşımı geç aldığım için geciken kredi kartı taksitim ve bir arkadaşımın değiştirdiği saç renginin ona yakışıp yakışmadığı.
Seninle konuşmayı bu yüzden seviyorum dedim. Seninle konuşurken o kadar fazla pencere aynı anda açık oluyor ki beynim hava alıyor. Afalladın. Benden böyle cesur cümleler duymaya alışkın değilsin. Ben parmaklıklar ardında kuş yapan insanlar gördüm diyorum sonra, kuş olan da. İlgini çeken bir hikaye karşına çıktı mı kaçırmazsın bilirim. Soru sorarak konuyu açarsın. Ben bazı cümleleri sırf sen konuyu aç diye de kurabilirim aslında. Anlatıyorum sonra sana, hem de tüm ayrıntılarıyla bir hikaye daha, anlattığım tüm hikayeler yaşamıma dair oluyor ve senden başka kimse o ayrıntıları sormuyor. Öğretmen olsaydım benim sorularıma güzel cevap veren öğrenciler yerine bana güzel soru soranlara en yüksek notları verirdim diye düşünüyorum sen soru sorarken bile. Yine bir pencere açılıyor. Zihnimde bir yer öğretmen hayali kurmaya devam ediyor.
Hikayenin sonlarına doğru ilgin dağılmaya başlıyor. Döneceksin. Döndüğün yerde bana ait ne var diye düşünüyorum. Bana ait bir şey olursa zihninde bir yer benimle meşgul olabilir çünkü, zihninde bir yer benimle meşgul olsun istiyorum. Zihnimde bir yer seninle meşgul oluyor ve zihnim meşgul olmayı seviyor ve kendi meşguliyetlerimi seçebileceğim bir ömür düşlüyorum.
Ve hikaye biriktiriyorum.
Okuldan çıkan çocuğun annesine arkadaşına gitmek için ısrar edişini, annesinin evde yemek yok diye reddedişini, çocuğun arkadaşının annesinin onu nasıl ikna ettiğini, aklıma okuduğum kitaptaki çocuğun dondurmayı yerken nasıl cenneti hissettiğini ve dondurmayı sırf üzerine damlatacak diye endişelendiği için yiyip bitiren dedeyi ve çocuğun yaşadığı hayal kırıklığını hatırlatışını, metrobüste yanımda oturan üniversiteli gencin yolculuk sırasında telefonla konuştuğu kız arkadaşıyla nasıl kavga ettiğini ve hatta ayrıldığını, nasıl saygısız konuştuğunu ve bir aile dostumuzun oğlunun kız arkadaşıyla benzer bir konuşma yaptığını şahit olduğu vakit o ilişkinin biteceğini nasıl anladığını anlatışını, buna üzüldüğümü, iki koca adamın önlerinden geçen liseli iki kıza nasıl laf attığını, bunun bana düşündürdüğü şeyleri, denizi ne kadar sevdiğimi, çiçekleri ne kadar sevdiğimi her gün yeniden hatırlayışımı ve bahar geldiği için nasıl mutlu olduğumu, ağaçların üzerinde gördüğüm o beyaz çiçeklerin bende yaşattığı düğünleri, kitapçıda rüştü onur kitabı gördüğümde hissettiğim şeyleri –sırf kelebeğin rüyası popüler bir film diye çıkan, çıkarılan- , beğendiğim mobilyaları birbirine nasıl uyduracak oluşum konusunda duyduğum endişeleri, fani dertlerimi, hepsini ama hepsini bir sonraki görüşmemizde anlatacağım diye biriktiriyorum. Bir dahaki görüşmemizde sana bunların hepsini en ince ayrıntılarıyla anlatmayacağımdan emin olabilirsin. Olmayabilirsin de.
Elimizde değil, hayrete düşürüyoruz güzel bir manzara karşısında. Oysa bir şeye sanat demek için insan eseri olması gerektiğini öğrettiler. Buradaki hayret bir sanat eseri karşısında hissedilenle mukayese edilebilir mi diye geçiriyorum içimden. Sen tutuyorsun içimden geçeni ve susuyorsun.
Bugünlerde inceliyorum. Çocuklar hala aynı resimleri yapıyorlar yerli malı haftası diye ve ben çocuklara bakar gibi şefkatle onların yaptıkları resimlere bakıyorum. Sonra dört mevsim tablolarına, ilçe haritalarına, sıralarının üzerindeki yazılara... Ve ben onlara bakarken yine kendimi aynada izler gibi oluyorum, çünkü her şey değişiyor ama hiçbir şey değişmiyor aynı zamanda.
Sana dünya senin yanında daha güzel dönüyor diyorum ama aslında ben dünyanın döndüğüne inanmıyorum. Hissetmediğim bir şeye inanmamak gibi bir huyum var. Belki bulutlar dönüyor sadece diyorum çünkü arabayla giderken buluttan daha hızlı sürsün şoförler diye dua ediyorum. Üstelik bu oyunu oynamanın yaşı yok, 27nin sonlarına geliyorum. Bunu ayaklarım yere basarken hatırlamıyorum bile.
Sonra bir cümle kuruyorum. Bir büyü oluyor ve bazı cümleler abrakadabra. Büyü varsa vardır diyorum, yok saymak manasız, sen boşuna bir mucize olmasını bekliyorsun, içindeyiz o mucizenin. Bunu düşünüyorum ve bunu düşünmek beni mutlu ediyor. Bunu düşünüyorsun, bunu düşünüyorsun ve bu seni mutsuz ediyor. Ne kadar varlıklı olursam olayım beni mutlu edecek şeyler şimdikilerden farklı olmaz diyorum sana, güneş gören bir pencerenin önünde saksıdaki çiçekleri sulamalıyım, sularken şarkı söylemeliyim ve bu belki bir şarkıdan mirastır bana. Ben o şarkıyı mırıldanırsam aynı anda geçmişimi çiçeklere veriyorumdur su diye. O nereye koyacağımızı bulamadığımız geçmişimizi koyacak yeri buldum derim sana eve gelince. Kollarıma bacaklarıma ekledim onları, o kadar anı başka nereye gider? Uzuv diye kendime kattığım sahneler aynada yüzümü daha güzel gösteriyor derim sana başka bir zaman. Sen susarken başka birinin ağzında bir cümle durur, o o cümleyi başka birine anı diye anlatıyordur, o anı benim uzuvlarımdan birine çarpıyordur, çarptığı yerde bir sızı oluyordur, o sızı günlerce içimde dolanıyordur, üstelik tüm bunlar sen böylesin diye, ben böyleyim diye ama nasıl oldu da biz çarpıştık diye oluyordur.
Sonra;
sızı geçiyordur sonra. Ben o sızıyı da alıp bacaklarıma ekliyorumdur, çünkü başka türlü boyum uzamıyordur. Senin yanında dünya daha güzel dönüyordur ama sevgilim, ben o dünyaya değmiyorumdur. Yoksa saksıdaki çiçekler güzel, onları sulama saadetini bana yaşattığın için teşekkür ederim.
Seninle kavuşmamız elbette bir ihtimaldi. Onca senden bir tanesi onca benden bir tanesine temas edecek, sonra aynı anda birleşmeyi isteyecek. İhtimaldi.
Mesela aynı kafede oturmuş aynı şarkıyı dinliyorlardı hepsi. Hepsi aynı yerde aynı eylemi gerçekleştiriyorlardı ama hepsi birbirinden farklıydı aynı zamanda. Bunun farkına varmam ise zaman aldı, 28 yıla yakın bir zaman. Yani demek istediğim hep ardına gizlendiğim yalnızca bir ikinci kanal değildi. Onun başka başka kanalları da vardı, senin de vardı, onun da vardı, hepimizin de. Ben kanal değiştirmek için farklı yollar deniyordum. Bir yolda ciddi adımlar atıyordum, birinde koşuyordum, birinde kaplumbağa hızıyla ilerliyordum. Hepimizin tanınmaya değer yönleri vardı ama bunları herkesin bilmesi gerekmiyordu.
Sonra birinin bağışıklık sistemi zayıf düşüyordu, bir diğeri yorgun oluyordu, kiminin uykusu geliyordu çoktan, kimi çoktan uyumuştu. Onlar uyurken gecenin getireceklerine şahit olmamak için gözünü bile kırpmayanlar vardı. Hepsi aynı bedenin içinde hayat buluyordu. Beynimizin kaç kıvrımı vardı? Aynı olaya kaç farklı açıdan bakılabilirdi?
Ben bunları düşünürken senin kafanı taşla eziyorlardı belki, ben seni alıp şevkattepeye kaçırmak istiyordum, sen gelmek istemiyordun. Birinin sana merhamet etmesinden nefret ediyordun ve bunu kanıtlamak için o taşları kafanla ezebilecek gücün hep vardı.
Sonra bilmediğin sokaklardan birinden geçerken kiralık bir ev ilanı görüyordun, bir sen o evde gözü gözüne değen herkes olsun istiyordu, bir sen o evdeki her şeyi görmek istiyordu, bir senin o evde senden başka kimseye tahammülü yoktu.
Bu farklı senleri sen de kanal değiştirmek için kullanıyordun. Tahammülünün zorlandığını hissettiğin an kanal değiştiriyordun. Olaya farklı bir açıdan bakma oyununun bir başka yoluydu bu. Böyle zamanları silinebilir hafızana alıyordun. Böyle zamanlarda yaşadıkların diğer senlerin yaşayışına büyük zarardı. Senin o hafızaya attığını başka biri odasının duvarına resim diye asıyordu, etrafına kırmızı karanfiller koyuyordu, karanfiller kuruyordu çünkü çiçek dalında canlıdır.
Seninle kavuşmamız elbette ihtimal dahilinde. Bir gün kalbimiz atmayacak inanabiliyor musun? Yumruklarımız sıkılı kalacak. Ama bir tanesi olaya farklı açıdan bakıcak. O kanalda kalbimiz hala atıyor olacak.
Ne zaman birinin birine üstü kapalı bir şeyler anlattığına şahit olsam sahnenin sesini ardına dek açarım. En gizli anlamları bile anlamaya çalışmaktan başka bir şey düşünemem o an. Ve sahnenin devamını izlemek için birçok şeyden vazgeçebilirim. Bu bir çeşit hastalık olabilir, gizli anlamları kovalama hastalığı. Bu yüzden edebiyat okuyorum bu aralar, bilmediğim ama öğrenmek istediğim ne çok şey var ve bu beni nasıl heyecanlandırıyor bir bilsen.
Geçenlerde seninle bu konuyu konuştuk. Yani elbette sen bu konuyu konuştuğumuzun farkında değildin ve yaklaşık bir saat boyunca bambaşka bir konu hakkında bana anlatacaklarını anlattın durdun. Her cümle hakkında sana söylemeye cesaret edemediğim ne çok fikrim vardı bilemezsin. Zaten hep bunun benzerleri oluyor. Yani öyle çok şekil değiştirdi ki kelimeler. Kelimeler öyle çok şekil değiştiriyor ki. Kimi zaman ne ise o iken kimi zaman olduğundan başka her şeye öyle başarılı dönüşler sergiliyor ki.. kelimeler albayım öyle anlamlara gelmiyor ki… kimi zaman bi kokuyu anlatmaya dili varamıyor. Kimi zaman bir çift gözlükle dünyayı görmüyor. Kimi zaman bilgisayar bir cansız obje olmuyor. Kimi zaman “ben yemek yemek istemiyorum” demek aslında başka istekleri reddediş cümlesi olarak karşımıza çıkıyor. Tavırlar net, eller soğuk, mesafeler katedilmek için var ve.
Mesela o bana bir eşyanın hayatına giriş hikayesini anlatıyor, o eşya ile ilgili benim de kendimce hikayelerim var ancak o bunları bilmiyor ve ben onları anlatmayı boynumu kessen istemem sanıyorum. Açık olabilsek bile, ki bence yeterince açığız, anlatmayı tercih etmeyeceğim hikayeler var. O hikayeler beni ben yapıyor bu yüzden onlardan kaçamam, kaçmam. O hikayeler beni ben yapıyor diye ben o hikayeleri ve diğerlerini terk etmem.
İtiraf etmeliyim ki içimde her zaman fırtınalar kopmuyor, itiraf etmeliyim ki havai fişekler her zaman patlamıyor, bunu ben yapıyorum. Bunu ben yapıyorum ki anlatacak bir hikayem olsun kendime. Anlatacak bir hikayem olsun ki kaçıp gidebileyim kendime, kendimden. O havai fişekleri patlatmasam içimde ben özgürce kırlarda koşup coşamam. Ben kırlarda özgürce koşup coşamazsam çimlerde kim yuvarlanacak? Ben o çimlerde yuvarlanamazsam mesai biter mi? Haftasonunu bekleye bekleye bir ömür geçer mi?
Büyük ikramiye hayali kurmuyorum ama ikramiye hayali kuruyorum ne yalan söyleyeyim. Foton kuşağı geliyor diye ise heyecanım sürüyor.
Başım sıkışınca hep rüya görürüm. Bu gece de anlatım bozukluğunu gördüm. Akşam bir yere gitmekten bahsediyorduk seninle ama aslında benim seninle konuşmak istediğim başka şeyler vardı, hep olduğu gibi.
-bu gece oraya gidilmesi gerekir mi? Dedin sen bana.
-ben olsam her gün bir yerlere giderim. Dedim ben sana.
–kimilerini bir yerlere çağırmak her zaman hoş görünmeyebilir. Dedin sen bana.
–bilmemkimler de bu davete icabet edecek ama senin gelmen güzel bir şeydir. Dedim ben sana.
–gidilmesi gereken yerlere gitmeyi canım her zaman istemiyor. Dedin sen bana.
–filmlerde bunun aksi olur. Dedim ben sana.
-Hangi filmlerde nelerden bahsedilir? Dedin sen bana.
–şu filmi izle bence güzel! Dedim ben sana.
“Nasıl çıldırmadım hayretteyim hâlâ sevincimden
Lisanından ‘seni sevdim’ sözün gûş ettiğim demler”
Çok değil bundan otuz yıl önce birlikteydik.
Sen benim çizgi filmlerden çok hoşlandığımı düşünüyordun. Oysa ben seninle izlemeyi seviyordum onları.
Şimdiyse kendimi birine ait hissederek yatağa giriyorum, başka birine ait hissederek kalkıyorum o yataktan, bu böyle sürüp gidiyor. Zaman zaman korkularım oluyor geleceğe dair ama öyle uzun zamanlar bunun üzerine düşünmüyorum. Gelecekle ilgili kurduğum hayaller hiç uçuk kaçık olmadı çünkü, sen de bilirsin andan bağımsız hayal bile kuramam.
Senin ne kadar gerçekte olduğundan ise geçen mektubunda bahsetmiştin, ürktüm. Senin gibi hayal dünyası geniş birinin bu kadar gerçeğe batık yaşamasına ürküyorum. Çünkü sen kendinin hep farkında olarak yaşamana rağmen kendini büyük ölçüde de inkar ettin. Bu seni yüceltmek değil, olsa olsa kendimi yüceltmek olur çünkü aynısından bende de var.
Yalnızca sen inkar ettin çoğu zaman, bense kabullendim. Bana kabullenmeyi öğrettiği için hayata minnettarım çünkü işler isyanla yürümüyor. İsyan ettiğini bile kabul edebilmeli çünkü insan. “Huz mâ safâ, da' mâ keder” . bitti gitti. Sözde bahsi geçen yalnız düşünce mi, yoksa yalnız hayalden ibaret mi bilmiyorum ama insanın hayal ettiği şey neden insana keder versin di mi ya.. bunu düşündükten sonra banyoya giriyorum. Kendimi ona ait hissederek suyun altında duruyorum, kendimi dünyada yalnız hissederek suyu kapıyorum. Böyle olsa çok korkunç olurdu, üstelik sen de gerçekte yaşadığın için yalnızlığıma derman olacak cümleleri kuramazdın. Oysa ben biliyorum.
Bana bu dünyada asla yalnız olamayacağımı öğrettiğin için teşekkür ederim.
Bir insanın gözleri kaç renk olabilir onu düşünüyorum. O kadar koşturuyorum, o kadar yoruluyorum ama yine de gözlerinin renkleri kahve molalarıma eşlik edebiliyor. Siyahrengi, kahverengi, elmasrengi, gökrengi, hangirengi…
Bana renkleri anlat diyorum ona ve o art arda cümleler kuruyor. Nur içinde uyandığım sabahlara renkler veriyorum diyor, en mavi sabahlar onlar, öğlen çağı yeşil, beş çayı sırma, akşamüzerleri akşamsefası rengi ve geceler mor.
Niye siyaha boyuyorsun hayallerini o zaman diyorum, ben o renklere dokunmak isterdim. O renklerin üzerini siyaha boyuyorum diyor, sen baktığın zamanlar pastel boyayı kazıyorum, altından yine renkler çıkıyor.
Bu resme hayran oluyorum ve o yüzden gözlerimi kapıyorum ben de. O resme hayran oluyor ve o resim gibi bakıyor. O resmi alıp gözlerimin içine koyuyorum ben de, kahve molalarıma eşlik ediyor.
Zihnimi geçmişin bilgisiyle dolduruyordu. Ve bunun tecavüzden farkı yoktu. Kurduğu her cümle, geçmişime ait her cümleye tecavüz ediyordu ve gözlerim bunu bir şölen edasıyla izliyordu. Şölenlere yakışır elbiseler giymiştiler, öyle parlak. Eve gidince çıkarttım onları çünkü evde gözümü göstereceğim çok göz vardı. Onlar gözlerimi çıplak seviyordu ve gözlerim onlara bakarken kıyafet giymiyordu. Ne çok mutluluk tanımı vardı ve hiçbir tanım birbirine uymuyordu. Bunu söylesem karşımdaki yüzüme anlamsızca bakacaktı ve ben o bakışları görmemek için susacaktım. Gözümün önüne aynı tecavüz sahnesi tekrar tekrar geliyordu ve ben bunu kimseye anlatamıyordum. Mahremini bana kapa diyemezdim çünkü o mahremin içinde kendimi görüyordum. Onun bana mahremini kapaması için benim aynaya bakmamam lazım geliyordu ama bunu yaparsam duyacağım onca iltifattan yoksun kalacaktım ve egom en azından buna izin vermeyecek kadar yüksekti.
Ertesi gün bir inşaata gidecektim ve o inşaatın nasıl şekilleneceğine ben karar verecektim. Hayalimdeki mesleği yapıyor olmak bana bir kez daha keyif verecekti ama ben yeterince keyifli hissedemeyecektim. Mesai bitimi eve dönmeden sokakta kalmak için ayaklarımla kavga edecektim, sonra dizlerimle ve sonra baş ağrımla. Onlar galip olsa da ben elimden geleni yapmış olacaktım ama eve varmak bana yeterince huzurlu gelmeyecekti. Yeni bir kitaba başlayacak ve satırları büyük bir açlıkla görecektim ama o kitabı bitirmiş olmak beni tatmin etmeyecekti. Canım alışveriş yapmak isteyecekti ve dükkan dükkan gezecektim ama vitrinlere bakarken canım son derece sıkılacaktı. Arkadaşıma kahve içmeye gidecektim ardından ve kahvemi içerken koltuk beni öyle rahatsız edecekti ki… sonra kendimi şanslı hissetmek için sebep bulma oyunu oynayacaktım zihnimden. Ben şöyleyim ben böyleyim. Ben o olmak ister miyim diye kendime sorduğumda yine hayır yanıtını aldığımda düşünme yetim iflas edecekti, ben o iflası erteleyecek ve denize gidecektim, dalgaları izlerken, bulutlara bakarken bir şey düşünmemek mümkün müdür?
“aaa ne güzeeelll” desem ben bir buluta bakarken aynı neşeyle tekrar, diyemem, zihnimi geçmişin bilgisiyle doldurdu bir kere. Orda başka bir şey vardı, tecavüze uğrayan.
Haftasonu gitmek istediğim ancak bilet bulamadığım için gidemediğim konsere bir çift davetiye kazanmış olsam, o konsere gitsem ve en sevdiğim şarkıyı dinlesem mutlu olmam.
"Goethe'den Ruha Dokunan Düşünceler" yeni adıyla "Ne Demiş Goethe"
Goethe, gerçek bir Faust, İranlı, Hintli, Barbar, Yunan, İtalyan... Bütün milletlerin vatandaşı ve bütün çağların insanı. Zamanın ve mekânın dilediği bölümünde yaşar. Dünya ve tarih has bahçesidir. -Cemil Meriç