Çünkü biz ceza kavramı üzerine böyle şeyler düşünüyoruz ve ceza gibi hukuk okuyoruz. Sevgisiz kalmış insanlara acıyoruz ve herkesi bir ömre yetecek kadar sevmek istiyoruz.
Ömrümün yumuşak yanı; diye başlıyor mektup, sen zaafsın. Ve zaaf bir mühürdür. Zaaf kaybolmaz. Zaaf yok olmaz. Zaaf her zaman açıkça belli olmaz. İnsanlara zaaflarını anlattığın zaman her şey herkes için kolaylaşır. Ama her zaman değil. Her şey, herkes için, ama her zaman değil. Külotlu çorabın kaçması gibi durur bazen şık bir davete icabet ettiğinde görünen. Kılavuzsuz da görünen bir köy gibi, apaçık ortada. Sen istediğin kadar umursamadan giydiğini iddia et o çorabı, kaçar, kaçık büyür büyür, durmaz. Kaçar.
Sana sarıldığı zaman hıçkıra hıçkıra ağlamış, bana yeni söyledi. O kadar derine gömmüş ki acılarını ben bile yeni duydum. Sen de duymamışsın. Sen ona nasihatler veriyormuşsun, şöyle yap böyle yap. Sağlıklı yaşam tüyoları. Senin ağzından çıkan her lafı önemser ama o sırada seni dinlemiyormuş. Bunu sen biliyormuşsun ama görmüyormuşsun o sırada. Sen bildiğin her şeyi görmezmişsin çünkü kör yaşamak lal yaşamaktan daha kolaymış senin için. Karşındaki lal olunca da ürküyormuşsun –ya da öyle görünüyormuşsun- çünkü bir gevezenin lal olması bir kartalın kör olması kadar acı veriyormuş aslında sana. Bana anlattığını bilsen çok kızacağın daha nicelerini anlattı da demiyorum sana.
Üzerinde durduğu bir cümle varmış onun. Sana bunu hiç söylememiş. Peki bunu nereye koyucaz diyecekmiş sana, sen yeni evini gezdiriyormuşsun ona o sırada, sana bunu nereye koyucaz diyecekmiş. Onu koyacak bir ev yok demek, bu evde yer yok ile onu sığdırabileceğim bir ev yok gibi zıt manalara geldiğinden soramamış. Susmuş. Elektrikler kesilmiş o sırada. O lalken sen onu görebildiğini fark etmişsin ışık olmasa da, o da bir yere koyamadığı şeyin adını koymuş orda..
Ömrümün dünya turu; diye bitiyor mektup. En sevdiğim mevsimdeyim.
Onunla sohbet ederken kendim kendimi bir yangının içine atıyor. Önce saçlarım yanıyor. Sonra gözlerinden bir çocuk yangına su döker gibi oluyor. Döker gibi oluyor çünkü aslında o bardağın o yangına yetmeyeceğinin farkında. Yangın su içmek istiyor ve dünyanın bütün suları ona şelale olsa az. Saçlarım yanıyor. Saçımın ucu yansa benim neden içim yanık oluyor bunu düşünüyorum. Rüyamda yanan evler görüyorum. Yanan evler bitişleri simgeliyor. Onunla sohbet ediyorum. O bana tarih döküyor ben ona coğrafya çiziyorum. Resim defterindeki sıradağlar arasına sıralanan evler de yanıyor. Biz evlerin içinde olmuyoruz. Evler deprem yönetmeliğine uygun yapılıyor ama biz evlerin içinde olmuyoruz. Evler tarihi eser statüsünde kalıyor ama biz evlerin içinde olmuyoruz. Üstelik evlerin içinde olmamamız evlere sığamadığımız için değil. Daha kötüsü de var. Evler denize bakıyor. Deniz onlara. İçimde deniz, yangın, şelale daha…
Sonra aynaya bakarken kusurlarımı görüyorum. Sonra poz veriyor yine kusurlarımı görüyorum. Oysa ben kusurlarımla kabulümüm sonrasını bilmiyorum. Kul hakkı boy veriyor, ben kulaç atıyorum. Vicdanımı vicdan yapan her şey varken muhasebeden çakıyorum. Tarafsız bölgede bile nerede duracağımı şaşırıyorum. Üstelik bu kararsızlıktan değil, kararlarımı kendim almıyorum. (başım öne eğik, işaret parmağım yukarı dönük, hazırolda bekliyorum)
Rengarenk balonları vurmuşlar diyorsun, balona kurşun işler mi? Kim bilir bilmediğim ne çok şey biliyorsun, ben susuyorum. Sonra onlar konuşuyor sen susuyorsun. Ben susarken hayalgücünde gezintiye çıkmaya bayılıyorum, sen susarken hayallerime bombalar yağıyor. Sonra Benjamin Button bakıyor gözlerinden. Kim bilir bilmediğim ne çok şey susuyorsun. Ben sana gözlerimi kaçırmıyorum diyorum, sen gözlerinsiz bakıyorsun. Ben gözlerin olurum o zaman diyorum, sinirleniyorsun. O öfke midemi rahatsız ediyor, alca-seltzer iyi gelmiyor. Bütün ağrı kesicileri sokak köpeklerine armağan ediyorum. Kediler beni çok seviyor.
Dünya meseleleriyle kafam son derece meşgulken gökten bir salıncak indi. “Salıncakta salınsak” dedim ona, “dünyanın üzerinden geçsek gitsek”.. “öyle yapmıyor muyuz zaten” dedi. O bunu söylerken benim kafam dünya meseleleriyle son derece meşguldü. Sağ olsun kırmadı beni, salıncağa bindik.
“Siz hiç salıncaktan düştünüz mü?”
Ben düştüm, sonra salıncak başıma çarptı, alnım morardı. Ama geçti sonra. Bizim mahallede Trabzonsporlu bir terzi vardı. O gün ona gidip “incecik iplikler nasıl kocaman kumaşlara dönüşüyor hiç anlamıyorum” demiştim. O gülmüştü. Üç belki dört yaşındaydım. Kapısının üstünde asılı bir Trabzonspor bayrağı vardı, “seni de Trabzonlu yapalım” derdi. Bir de o saten yorganların üzerine oturup onunla saatlerce ne konuşurdum hiç hatırlamıyorum. “Bir gün senin çeyizine de böyle kırmızı güzel bir yorgan yapacağım” demişti, “çeyiz ne demek” diye ona sormadım, ama çok sevinip anneme söylemiştim onu hatırlıyorum. Hafızamda bu kadarı kalan bir çocukluk anısının beni mutlu etme hali.. ama incecik iplikler nasıl kocaman kumaşlara dönüşüyor hala bunu bile anlamıyorum.
Yol ayrımları ise beni hep parçalıyor, “yolları ayırmasak hiç” diyorum, kesişen yolların ayrılma ihtimali bile beni tedirgin etmeye yetiyor. Dünyam sarsılıyor. Bana sunulan şey ne kadar iyi olursa olsun korkuyorum. Daha güzel evler, daha eğlenceli meşgaleler ve hatta daha çok sevgiler bile sunuluyor olsa, olursa olsun diyor bir yanım, susmuyor. O bir yanım ne zaman bir yol ayrımına gelse ağlayarak yokuş aşağı koşuyor. Ben yokuş aşağı koşuyorum, hem ağlıyorum, sanki arkamdan kuduz bir köpek kovalıyor. Ben koşarken içimdeki yokuş yukarı çıkamıyor, nefesi kesiliyor, dünyayı taşıyamıyor.
Bir gün Haydarpaşa’daydık, kollarımı iki yana açmışken ben, güneş altın altın parlıyorken, sevinçten ölüyordum. Ben sevinçten ölüyor ve çığlık gibi “aman Allahım bütün bunlar bizim için mi” diyorken O Haydarpaşa camiinde ses oluyordu. İrkiliyordum. Göğsümdeki altın ışık sıcakken, tenim buz kesiyordu. Orda bütün yollar birleşiyordu.
Sonra telefonum hiç susmuyordu ve herkesin çok önemli işleri oluyordu. Beni yalnız “bir yuvası oldu bakan gözler” sevindiriyordu. Bu yüzden bu işi seviyordum. Köklerimizin aynı topraktan geldiğini duyan adamların gözleri ışık saçıyor yuvalarından çıkıyordu, gün içinde gözlerimle sevgiler dağıtıyordum. Gülümsüyordum çünkü gülümsememek suç geliyordu. Gülümsüyordum ama gözlerimle gülümsemesem günah sayıyordum. Gülümsüyordum ama sen bazen öyle bakıyordun ki gülümsemesem mi acaba diyordum. Seni önemsiyordum.
“Seninle bir gün sahilde otursak ve sabaha kadar hiç susmadan konuşsak” dedi, “öyle hasretim”. “salıncaktan inince yaparız” dedim. Ayağım havaya basıyordu. Ama ben zincirin kopma ihtimalini düşünüyordum. Aklımdan bu düşünceyi kovuyor ve ayağımı havanın içinden geçirirken ağlayacak gibi oluyordum. Ayağım yere basıyorken havada yürüdüğümü hissetmiştim daha önce. O buna benzemiyordu. Zincirin kopmasından korkmuyordum. Sonra yokuş aşağı ağlayarak koşuyordum. Ben koşarken içimdeki yokuşu çıkamıyordu.
Salıncak iniyordu sonra. Bir yerimize bir şey olmadan yere ayak basıyorduk. Sen benim elimden tutuyordun benim aklımdan “ben eskiden bu kadar korkak, bu kadar tedirgin, bu kadar cesaretsiz değildim” geçiyordu. Sen elimi tutuyordun sonra. İçimden bir lunapark bağırmak geçiyordu: siz hiç salıncaktan düştünüz mü diye. Çünkü ben düşmüştüm, biliyordum.
O gün sana “bak perdelerini kaldırdın işte!” deseydim belki sen bunu da hatırlayıp unutmuş gibi yapardın ama ben bunu sana demiş olurdum. Bazı cümleler hiçbir şeyi değiştirmez ama hafızalarımıza “anı” ekler. Hafızalarımıza anı eklenince bizler daha ağır oluruz. Sonra mesela sevdiğimiz biri bize verdiği değerden söz açtığında içimizde bir ceylan seke seke çaydan geçebilemez. Çünkü o anılar bizi ağılaştırdıktan sonra bizim olaylara verdiğimiz tepkiler değişmese bile olaylar karşısında hissettiğimiz şeyler değişir. Acı eşiğimiz yükselir bir kere o kesin. Kadınların acı eşiği her zaman erkeklerinkinden yüksektir, acı hafızaları ise yoka yakın. Sen sırf bunu bildiğin için jilet sanatında ustasın. Söz sanatı benim işim. Kendim çalıp kendim oynuyorum. Belki sırf kendimi inandırmak için cümle kuruyorum, kendime. Çünkü yaşadıklarımı yazıyorum ama onları gerçekten yaşıyor muyum bilmiyorum.
O gün sana “bak perdelerini kaldırdın işte, duvarların yıkıldı,o kadar da zor değilmiş değil mi!?” deseydim, keşke deseydim.
Bana dedi ki: aynı şeyi tekrar tekrar anlatıyorsa dokunma, belki anlatırken mutlu olduğu içindir.
Müdahale etmeme imkan yoktu çünkü o anlattıkça bilmemezlikten geliyordum devamını bildiğim sahneleri bir bir duyarken. Aramızda havadan başka hiçbir şey yoktu. Nefesler alınıp veriliyordu ve tutulmuyordu bir kez olsun. Renkler hafızalarımızda birer resim oluşturuyordu ve ben bir kez daha aynı resme inandığımıza şahit oluyordum. Ama bunun bir önemi yoktu.
O zaman nasıl olacak? Dedim ona. Zihnimizde bunca şey tazeyken ve daha da önemlisi gerçekken.Gerçeğin tek olduğunu kim söyledi" diyordu içimdeki diğer ses. O diğer ses beni hep susturan sesti. Ben o sesi dinliyordum. Avaz avaz doğru susuyordum. Gerçek duruyordu. Beni bir gerçek duyuyordu. Ben gerçeğe susuyordum. O tam yanımda oturuyordu.
Sonra kalkıp camiye gidiyordum. Camiye giderken yanımdan bir kadın ve kızı geçiyordu. Zihnimdeki ses: anacığım bulaşıkları bitirdikten sonra dışarı çıkmadan göz makyajımı tamamlayacak kadar vaktim olduğunu söyledi, diyordu. Bu cümle dikkatimi çeken kızın abartılı göz makyajını bilinçaltımın bana bildirme şekliydi. Ben o sese doğuştan alışkındım çünkü o bana “yaz” demişti bir kere, “içinde tutamıyorsan yaz” . Ben senin sesine rüyamdan alışkındım çünkü o ses bana “sus” dedi, “içinde tutamıyorsan sus” ! Ben onun sesine alışkın oldum çünkü o “anlat” dedi, “içinde tutamadıklarını anlat”. Anlattım. Anlattı.
Yine de susmam gereken yerlerde susuyorsam bu seni de dinlediğim içindir. Ve yine yazmam gereken yerde yazıyorsam beni anlayan olduğu için.
Camiden geçerken gördüğüm kızın makyajının da aslında bir önemi yoktu ama göz kapakları gözümün önünden gitmiyor. O seslerden biri bazen susuyor.
dün gece rüyamda ormandaydık. sen güzel şeyler bakıyordun, ben kötü sözler görüyordum. ben her şeyden çok sana inanıyordum. herkese inansaydım masaldaydım. bi kız salladığın ipten atlıyordu, sen gözüme bakıyordun, ben kızı görüyordum şen kahkahalarıyla. kız zıplamaya devam ediyordu. sen ipi sallamaya devam ettikçe kirpiklerim ıslandı, iplikleri içimde sardım, sarmaladım. sana düşman baktım, sana düşman olamadım. keşke en başından "bana inan" demeseydin dedi bilinçaltım. yaramın müsebbibi pipomu mangalı yaktığım ateşle yaktım.
"bırak bu işlerle uğraşmayı, dünyayı sen mi kurtaracaksın" dedi. dünyayı kurtaramasam da dünyayı kurtarmaya çalışan insanların yanında atıyordu kalbim. ama sadece kalbim orada atıyordu ve bedenim dünyanın kurtarılamayacağını bildiği için olduğu yere saplanmış kalmıştı. bu dünyada adalet olmadığını anladığım an o yerine çakılı kalan bedenim hukuk okumaya devam etti, kalbim Allah'a ve ilahi adaletin varlığına inandı. bu benim için tek umuttu. bu umut olmasaydı dünyada gidecek yer bulamazdım. bunları ona hiç anlatmamıştım, belki farklı cümlelerle anlatmayı denemiştim ve o beni anlamıştı. oysa o benden umudunu kesmiş ve çoktan umut vaadeden bir alın yazmıştı. ben alnımın yazısını bir türlü okuyamıyordum. gözlerime baka baka "evet" diyordu ama ben o gözleri okumayı doğduğumda sökmüştüm. çok okuyorum diyişim aslında bundandı, gözleri ve yüzleri de sözlere dahil ediyordum.
bana ne kadar güzel olduğumu söyledi. sonra baktığım aynaya yerden aldığı taşı fırlattı. aynam kırıldı. o aynadaki silüetlerimizde biz aynı şiiri okuyorduk. şiirler bize ruhumuzdan armağandı. kırık ayna onun ruhunu bedeninden ayırdı. ruhunu kim üfledi dedim senin israfil mi? ben bunu der demez o tuttuğu elimi bıraktı. kırmızı bir arabanın altında kaldım. göğüskafesimin kırıldığını yıllarca annemden saklamaya çalıştım. ama ana yüreği babaocağına sığmıyor, taşıyordu. o sözkonusuysa merak hep vardı. annem hüngür hüngür ağladı. annemi ağlattığı gün ona düşman oldum. bir daha da şiir miir okumadım. ondan yüzüne gülücükler atarak intikam alıyordum. üstelik gözümde inciler yoktu, içimde sızıdan eser.
insanlar bu dünyada adalet olmadığını fark etmeye başlayıp seslerini yükselttiler sonra. sesleri öyle yüksek çıkıyordu ki duymamak için kör olmak gerekiyordu, bilmemek için sağır, anlamamak için kalpsiz. kalbi olmayan adamlarla tanışmayanlar şaşırmaya devam ediyorlardı. çok okuduğum için ben biliyordum tabi beni yalnız bu dünyanın güzellikleri şaşırtır! adalet zaten yok, olmayacak. o hassas teraziden hiç bir vicdana koymayın sığmaz. hem hangi gönül hangi kefeye sığmış, hangi tartı tartabilmiş denizi!
ben hiç pişman olmadım demek için nasıl yaşamış olmak gerekir bunu düşündüm hep. anneme Allah'a inan dedim, gerisine karışma. annem iyileşmeme sevindi oysa benim hep bilincim yerindeydi. ne yazık ki her zaman fazlasıyla yerindeydi.
Sahi kim üfledi de içine kaçtı ruhun senin dedim. İsrafil mi?
Tıpkı seninle uzun zaman konuşmadan kaldığımız zamanlarda olduğumu gibi ne söyleyeceğimi, nereden başlayacağımı şaşırıyor ve cesaret edemiyorum başlamaya. Uzun süredir yurtdışındaydın ve kısa bir süreliğine geri dönmüşsün sadece birkaç dost ziyareti için. Biliyorum ki bir kere göz göze geldikten ve ardından başını ve sonunu hatırlamayacağımız birkaç cümle söyledikten sonra gerisi gelecek ancak belki görüşemezsek diye en azından gitmeden sana bir mektup ulaştırmayı uygun gördüm.
Fena halde gerçeğe batmış durumdayım. Gerçeğe batık bir halde huzurlu yaşamayı öğrenmeye çalışıyorum. Deste deste evler kuruyor ve çatılar koyuyorum o evlerin üzerine, sonra deprem oluyor. Sonra deprem imgesini ne çok kullandığımı fark ediyorum mesela bunu söylerken. Kumdan kaleler gibi bir dalga geliyor yerin dibinden ve güm. O gümbürtü koparken benim bir tarafım gerçeği haykırıyor, bir tarafım üç maymunu oynuyor, görmedim, duymadım ve bilmi.. bilmiyorum demeye dilim varmıyor. Görmeden, duymadan bildiklerimiz her daim zihnimde. Zihnimin en güzel yerinde tutuyorum onları, saklıyorum hediye diye. Zaten kulak tıkamakla olmuyor da. Sonra haberlerin ardı arkası kesilmiyor, istemeden de olsa okuyorum ve okudukça içimdeki ses haykırıyor. Nerede adaletiniz diye akan bolca gözyaşı biriktiriyorum manşetleri gördükçe. Susabildiğim için kendimi şanslı hissettiğim oluyor çünkü ben en çok susarken bağırıyorum.
Fena halde gerçeğe batığım dedim ya, takas sistemine mi geçsek yeniden dediğim oluyor, tek başıma ben dünyayı değiştiremiyorum. Değer verdiğim herkes, her şey yerlerde sürünüyor, süründürüyorlar. İnsanların algısını değiştiremiyorum ve nasıl bu kadar farklı olabilir algıları gerçek birken diye şaşırıyorum. Yok bu sadece şaşırmak değil, hayrete düşüyorum. Hayrete düşmekten de öte o kadar büyük bi kelime ki isyanımı ancak susarak ve gülümseyerek bastırabiliyorum. Ya da bastıramıyorum. Olayı sen nasıl değerlendiriyorsun diye merak etmeden de duramıyorum tabi..
Sana anlatmayı ihmal etmek istemediğim bir konu daha var; bugün mecburi seyahatlerimden birinde ön koltukta oturan avukat hanımla sohbete başlamadan önce onun dış görünüşünü garipsemekten kendimi alamadığımı itiraf ederek başlamak istiyorum. Hanımefendi daha sonra kırkaltı yaşında olduğunu öğrendiğim, otuzlu yaşlarında görünen, saçları kısacık bir kadındı. Üzerinde siyah eşofman vardı. Alelade giyilmiş bir yelek, siyah eşofman takımı, spor ayakkabılar ve kısacık kesilmiş saçlar ve makyajsız ve hatta bakımsız bir surat… görünüşünü garipsediğim bu kadının daha sonra yirmi yıllık avukat olduğunu öğrenince şaşkınlığım arttı, tutamadım. Asla jilet gibi görünen bir avukat lardan olmadığım halde bu kadını haddinden fazla bakımsız bulmuştum. Sonradan öğrendim ki 10 yaşındaki kızı kanser hastası olan bu kadın hastahaneye, kızının yanına dönecekmiş işi bitince. Daha sonra yaklaşık bir yıldır hastahanede yaşadığı gibi bayramda da orada olacaklarını, kızının tüm tedavi süreçlerini, hastalığın tüm teşhis aşamalarını, müstakil, iki katlı ve bahçeli evini, evinin köşesindeki bakkalı, aynı zamanda müvekkili olan kaynını, hastalığın işini nasıl etkilediğini, neleri değiştirdiğini, saçlarını nasıl kestirdiğini anlatan bu kadına bir türlü ısınamadım. Ona acımadım bile. Sonra düşündüm, insanlığın birçoğu merhametli olmaktan şikayet eder de merhametli olmazlar çoğu zaman. Hele ki dünyalık tüm zamanlar gibi merhamet duygusunun bu kadar ön planda olması gereken günleri yaşarken ben neden, ben neden… söylemeye dilim varmıyor işte. Ama işte öyle bir his var ki bazı insanları sevmemek istediğim halde bunu yapamıyor gibiyim. Bazı insanları sevmek elimizde değil ama onlara karşı nefret değil de sevmeme hissini bile hissetmeye engel olan bir şey var içimde. Kalbim sevmemeye gidemedi bir türlü, böyle işte…
Ona dedim ki “sana bağlanırım ama başka kimseye bağlanamam”. O da dedi ki “teşekkür ederim”. Ardından ateş etti. Bana ateş ettiğinde benim yüzüm güldü. O şaşırdı. “Benden korkma” dedi. Bu yüzü gülen birine verilemeyecek kadar kötü bir tepkiydi. Şarj aletini evde unuttuğu için onu eve çağıramadım. Bir telefonla dünyaları değiştirmeye yetecek kadar gücü elbet vardı. Güzel cümlelerin ardına saklandı. Söylediği her cümlenin anlamı göz ifadesinde saklı kaldı. Yüz ifadesine anlam yüklemek her zamanki gibi zordu. Gece oldu ve arabanın camları buğulandı. Buğulu camın ardında şehir vardı. Şehre aşık ondan ve benden başka kimse yoktu. 3 katlı ahşap bina üzerimize yıkıldı. Depremden sağ çıkan bizden başka kimse olmadı. Ertesi gün sigara kullanmaya başladı. Başka bir şey kullanmaması için dua ettim. Elbette yalnız bunun için dua ediyor değildim. Ona söylemedim. O alnını yere koydu, bir süre öyle kaldı. Ağzı ile dili aynı konuşuyor mu diye merak ettim. Ona söyledikleri bana söyledikleriyle tutuyor mu diye. Zaten o söz konusuysa merak hep vardı. İçimdeki açlığı gidermek için konuşuyor gibiydi. O konuştukça ben doyuyordum. Bir gün konuşamayacak olursa diye bana “oku” emrini verdi. Ben okudukça o susuyordu. O sustukça ben okuyordum. Okuduğumu anlıyor ve anladığımı fark ettikçe “zaten biliyordum” diyordum. O benim biliyor olmama dayanamıyordu. Bu sefer yanlış şeyler söylemeye başlıyordu. Bana inat yalan yanlış şeyler anlatıp duruyordu. Sus demek istiyordum ama dilim varmıyordu. Yanlış konuşuyorsun diyememek canımı konuştuklarından fazla acıtmıyordu. Bunun böyle olmaması gerektiğini biliyor ama mani olamıyordum. Ben mani olamadıkça o ateş ediyordu. O ateş ettikçe benim yüzüm güldü. Her yüzüm güldüğünde içim gerçekte gülmüyordu. Her gözü güldüğünde içi gerçekten gülüyor muydu. O söz konusuysa merak hep vardı. Alnımı yere koydum. “Oku” dediğinden beri okuyordum. Ağzım ve dilim aynı şeyi söylüyordu.
O gece sana ‘istersen git’ dediğim için içim son derece rahattı.
Kendimi kandırıyordum ama "tecahül-ü arif" öğrendiğim en güzel sanattı.
Buzdolabında magnet koleksiyonu olan bir ev hayali düştü ağaçtan. Ben her gittiğim yerden magnetler alıyordum ona hediye olsun diye. Gönlünü hoş tutmak istiyordum çünkü hoş tutulası bir gönlü olduğunu düşünüyordum onun.
Sana bağırıyordum çünkü nane limonun etkisi bende ters işliyordu biraz.Mideme dokunan bir şey var diye bana nane limon yaptığını söylemeyi unutmuştum.
“Kredi kartı ekstrelerimi ödemekte güçlük çekiyorum” dedim “ve kredi kartı ekstresini ödemek yalnızlığımı bir nebze olsun hafifletebilir inan”.
Adı Barış olan bir adam biliyorum onun kurduğu bir cümleyi geçiriyorum hatırımdan “insan eti ağır, kimseye yük olma”.
Sonra, doğum günü hediyesi olarak sana “ödün” vermeye karar veriyorum.
Mideme oturmuş kocaman bi alev topu var. dumanı ciğerlerimden öte kulaklarımdan gözlerimden çıkıyo. ama belli olmuyo. o kadar belli olmuyo ki yüzlerce çift göz baksa hiç bişey anlayamaz eminim. hızlıca kararlar alıyorum. ya da karar alamıyorum. beklemeye aldım. uçak modunda bana kimse ulaşamıyo, ben uçağa biner binmez telefonumu kapıyorum. babam telefonumu uçak moduna aldım diyince uçakta olduğumu sanıyor. ona hayır uçakta değilim diyorum. o anlamıyor. seninle kadıköy sokaklarında serseri mayın gibi ordan oraya savruluyoruz. dolaşmak ile savrulmak arasındaki farkı ikimiz de biliyoruz. düşlerden bahsediyoruz sonra, sana "düştü" diyorum. bunu söylerken hem düş olanlardan hem de düş kurarken düşenlerden bahsettiğimi sen de biliyorsun. büyük bir ivme kazandırırken düşüşümüze eğleniyoruz. öyle eğleniyoruz ki kahkahalar atıyoruz. herkes çok eğlendiğimizi düşünmekte haklı oluyor. bana diyor ki "hissettiğim gibi görünüyorum, hissettiğim gibi görünmemeyi saçma buluyorum". "aramızdaki temel fark bu belki de" diyorum içimden, istesem de hissettiğim gibi görünemiyorum. sen hissettiğin gibi görünerek beni kırarken ben belki sırf seni kırmamak için bile hissettiğim gibi görünemiyorum. hissettiğim gibi görünürsem bana bakan bi yüz kalmaz. sana bakmaya yüzüm de olmaz. gören kaçar buradan. bunları bir sana söylüyorum ve ekliyorum: kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla diye. gelinim anlamıyo, sen de kızım değilsin, seni ben doğurmuş olsaydım neye benzerdin bunu merak etmemek elimde değil. bu da bir çeşit aşk sanırım. sana gözlerimi kocaman açıp bir mektup yazıyorum. beni sen okuyabil diye, anlamadığın yerler olduğunda çekinmeden soruyorsun ya, en çok onları açıklamaya çalışırken zorlanıyorum, çeviri bir sanattır ve ben bu sanatı pek de iyi beceremiyorum. hissettiğim gibi görünmediğimi bile bile bu kadar şeffaf olabilmek nasıl mümkün bunu bir sen biliyorsun. saklambaç oyunu benim için birlikte saklanabildiğim biri varsa anlamlı oldu hep, seninle birlikte saklanmayı seviyorum. topaç çevirmeyi de öğrenmek istiyorum ama dönen dolapların içinde olmak daha kolay geliyor, dolabın ne yöne döndüğünü fark ettiğimde canım acısa da.. o anlamıyor diye kendimi anlatmaktan bıkmıyorum ya en çok da buna şaşırıyorum. "sıkıldın mı benden" diyor, "kendimden sıkıldım" demeye dilim varmıyor, "hayattan" diyorum. bunu söylerken senin cümlen zihnimde dolanıyor: istediğin mutluluk bu hayatta yok, o hayat başka bi hayat. bazen aynı olaya binbir farklı anlam yüklüyorum, bu anlamları bir bir açıklıyoruz, bir bir açıklarken atladığımız mutlaka vardır ve asıl anlam o atladıklarımızda gizlidir belki diye düşünmeden edemiyorum. "düşünmeden edebilsem daha mutlu bi insan olur muydum acaba" diyorum, "mümkün" diyorsun, "daha mutlu olabilirdik belki".. edemiyoruz. saklambaç oynuyoruz yine, saklanırken ben sana benden başka yalnız bir kişinin şahit olduğu birtakım olaylar anlatıyorum, gözlerim çok fazla resim gördü diye bu resimler uykumu kaçırıyor ama elimde delilim yok, diğer şahit usta bir yazar, hem yazıyor hem oynuyor, sen bana inanıyorsun. sen bana hiç sorgulamadan inandığın için ben de sana anlattıklarımın gerçek olduğuna inanıyorum. yoksa inanmamaya meyletsem inanmam belki diyorum içimden, öteki şahit çıkıp :hepsi bir oyundu diyor. bir tek bunu söylerken oynamıyor. "seni beklemek istemiyorum artık" diyorum pervasızca, "sanki ben bekletmek ister miyim" diyor, "banane" diyorum "bir şeyler yap". "bunu söylerken yalnızca kendini düşünüyorsun" diyor. haksız olduğunu düşünüyorum, beklemek bekleten varsa süregelen bir hal midir diye düşünmeden duramazken... "yargıç" diyorum, kendime hakim olamayan ben, hakim olmayı da istemezken, yargıç olmayı bir nebze olabilsin başarabiliyorum. "anlamları aynı bile olsa hakim ile yargıç farklı şeylerdir" diyorum içimden, sana "hakimle yargıç aynı şeydir" derken...
Beykoz seyahatime eşlik eden ses İbrahim'i anlatıyordu. İbrahim'in putları nasıl devirdiğini ben o sıra keşfediyordum. Zihnimden türlü senaryolar yazarak kaderimi görmeye çalışıyordum. Buna hep merakım vardı. Yıllar önce yazdığım bi yazıyla Beykoza gidip hayalimi terk ettiğimi anlatıyordum. Oysa o vakit Beykoz neresi onu bile bilmiyordum. İbrahim'i hayal ediyordum ve putları nasıl yıktığını. İbrahim sanki başına gelecekleri biliyordu ve sanki sırf bu yüzden teslim oluyordu. İbrahim teslim mi oluyordu yoksa rüyalarına fazla mı inanıyordu onu düşünüyordum. Ne haddimeyse “ben de inanırım rüyalarıma” diye geçiriyor içimden ve mukayeseye girişiyordum, belki içimden günah işliyordum. Can kulağıyla dinliyordum.
İbrahim'e müjdelenen bi “İshak” sesi duyduğumda yine irkiliyordum. Bu isme nedenini hala anlayamadığım bir zaaf besliyordum. Vakti geldiğinde bana da bir “İshak” müjdelense ya diyordum sonra. Ama adını “İshak” koymaktan vazgeçtiğimi hatırlatıyordum kendime. Bir evlat verilince kucağına ne hisseder bir insan onu düşünüyordum. Üstelik daha bir önceki gece “erkek olacak” diyordum ablamın hamile olduğunu öğrendiğimde. İçime doğuyor diyordum, ne zaman hamile kalacağını bildim diye kehanette bulunuyordum, bunu sadece bir oyun olarak görüyordum yoksa gerçekten içime doğuyor mu onu ayrımına ben bile varamıyordum.
Sonra camdan bakıyordum ve sanki otobüs denizin üzerinde geziyordu, ben denizin üzerinde geziyordum, kulağımdaki ses sen hayranlık duyuyorsun diyordu başımla onaylıyordum evet ben haranlık duyuyordum. Ama neden içimde putlar var?
Sonra ben hayatımda gördüğüm en güzel bebeği görüyordum. Uyuyordu. Daha sadece 3 aylıktı ve uyuyordu. “Çok güzel” diyordum “evet çok güzel” diyordu güvenlikçi amca “kimin” diyordum “şu bayanın” diyordu amca “kız değil mi” diyordum “evet” diyordu “ama çok güzel!” “Evet” diyordu “çok güzel bir bebek ama Allahın işi işte” diyordu amca “bak bu da oğlu” . Oğluna bakıyordum, oğlu da bana bakıyordu ama beni görmüyordu. “Allahın işi işte” diyordu amca. Ben oğlunu görüyordum, “annem dışarıda” diyordu ama o beni görmüyordu. Allahın işi işte diyordu..
Rüyalarımı dillendirmiyorum. Rüyalarımı dillendirmek yaklaşan İstanbul depremini öne alabilir. Rüyalarımı dillendirirsem İstanbul’daki tüm binalar depreme dayanıklı olmadığı için yıkılabilir. Çünkü depreme dayanıklı olmadığı için onarılacak binalar yerine yeni binalar yapmak için projeler yapılıyor bu şehirde, araziler satılıyor ve daha büyük paraya daha büyük binalar dikiliyor. Rüyalarımı anlatmamalıyım. Çünkü anlatırsam gerçeklik payı fazla olur. Tüm süper projelerden bile fazla. Ama o doğal depremi beklersek o binalarınn içinden sağ çıkan olur, yok eğer ben anlatırsam rüyalarımı işte o zaman olmaz. Kimse kalmaz.
Bazen dilimin ucuna kadar geliyor. Rüyamda gördüm seni üstelik o yeşil beyaz gömleği bana sen hediye etmiştin. Rüyamda seni gördüm ve Piyer Loti her zamankinden daha güzeldi. Rüyamda seni gördüm ve o kadar kalabalıktık ki. O kalabalığın içinde o kadar fazla dünya vardı ki ille hepsini dinleyecektim. Rüyamda susuyordum ama o kadar susuyordum ki dinlemekten gayet mutluydun beni. Dilimin ucuna geliyor, ısırıyorum dilimi, üstelik pişman değilim diyecekken.
Kafamı iki yana salladığım zaman düşünceler savruluyor. Düşünceler savruluyor ama tabii ki bir yere kaybolmuyor. Gözlerimi kapamadan rüya görmekten iyidir bu. Başımı iki yana sallayınca dünyaya yeniden geliyorum. Dünyaya yeniden gelip yeni hayallerle çıkıyorum karşısına dünyanın. Dünya şaşkın. Dünya bazen o kadar şaşırıyor ki “emin misin?” dercesine engeller çıkarıyor önüme, “bir daha düşün”. Dünya bazen daha da çok şaşırıyor ve madem istediğin bu diyor mis gibi duruyorsunuz aynada. Aynaya bakınca ben dünyayla aynı şeyi görüyorum bazen. İstediğim bu diyorum ama o zaman uyumamam gerekiyor. Hiç uyumazsam her sabah uyandığımda aynaya bakma ihtiyacı da duymam belki, çünkü evden çıkmadan unutuyorum kimi zaman. Aynaya bakmayı unutursam uyumaya devam etmiş olmuyorum ve bir kere uyanınca artık rüya görüyor olamam.
Seçim otobüsleri, seçim insanları, seçim hoparlörleri bangır bangır bağırıyor. O kadar bağırıyorlar ki bazen ağlayacak gibi oluyorum. Oysa ben gürültüyü severim, sessizliğe dayanamam. Ben gürültüyü severim sesi sevdiğim kadar ve bu yüzden seninle sabahlara kadar konuşasım var, hem konuşasım olmasa bile gürültü yapmayı bilirim. Ama bazen öyle çok bağırıyorlar ki içimdeki sesleri susturmaya yaramadan.
Sonra ben denizin ortasında mavi bir şehre uyanıyorum ve diyorum ne güzel hayat. Hayat güzel ve ben her ışığı bana bu dalgayla yansıdığı müddetçe severim. Hava güzel ve ben yaşadığım şehri hiçbir şehre değişmem. Şehir güzel ve ben bir tek boğaz istiyorum. Bir tek boğaz istiyorum ama bu ben istediğim için var olmadığı için o boğazı seviyorum çünkü kaç boğaz olacağına karar verecek ben değilim. Ben değilim ve ben değilsem kimse değil diyorum insan değil misiniz yoksa, haşa! İnsan olmadığına inananlar beni yönetsin istemiyorum ama yine de seçim gürültülerini sevmiyorum. Asla ve kata otururken uyuyamıyorum. Motor koltukları rahatsız ve uyumaktan daha önemli işler her zaman var. Düşlemeye başlamadan rüyamı hatırlıyorum. Yine dilimin ucuna geliyor ve ben yine dilimi ısırıyorum. Denizin ortasındayım ve deprem olsa hepimiz ölürüz ama ben sırf bu yüzden susuyor değilim.
Onu arıyorum. Ona diyorum ki “bir rüya gördüm ama anlatamam, rüyamı anlatmamam lazım ama sen zaten biliyorsun, rüyamı anlatmak istemiyorum ne olur beni sustur, beni sustur ama lütfen bu rüyayı kimseye anlatmayayım” o zaten benim aklımı okuyor, beni ve aklımı ve bazen her ikisini birden okuyor ve üstelik hem planlarımdan haberi var hem rüyalarımdan. O zaman ben yine dilimi ısırıyorum ve ona da diyorum ki “dilini ısır”. O tabii ki dilini ısırıyor ve ekliyor: “dünya üzerinde hiçbir zaman yeterince mutlu olamazsın, dünya öyle bir yer değil, o senin değil burada olmaz”. Düşümü ve dişimi dilimden alamıyorum. Bilimden ise hiç anlamıyorum.
Mesela konuşacak çok şey varken susmayı seçmek yalnızca bir tercih meselesidir. Çünkü artık gece bile yeterince sağlıklı düşünmemizi sağlamıyordur ya da hiçbir zaman tam karanlık olmuyordur. Çünkü gökyüzündeki yıldız sayısı giderek artıyordur ve üstelik hiç biri dilek tutmak istediğimiz zamanda kaymıyordur. Belki yıldız kayması diye bir şey bile aslında yoktur ve idrak noktamız, bu bilincin oluştuğu yerden başlıyordur.
Ama öyle olmamıştı. Öyle olmamıştı çünkü bu hayatın bir başka kanalı hatta başka başka kanalları daha vardı. Bu hayatın başka kanalları vardı ve örneğin bir kanalı açtığımızda izlediğimiz şey, diğer kanaldaki hiçbir programı sona erdirmeye hem yetmiyordu, hem de uzaktan yakından ilgisi olmayabiliyordu. Bu hayatın başka başka kanallarında gezinirken biz, birinden diğerine geçmek her zaman uzaktan kumandayla kanal değiştirmek kadar kolay olmuyordu belki ama en fazla koltuktan kalkıp televizyona kadar yürümek gerekiyordu. O başka kanalları seyretmek için de biz o kadar eziyeti göze almaya dünden razıydık. Biz dünden razıydık ama program yapımcıları bu durumdan hiç hoşnut değildi. Çünkü herkese göre bir kanal vardı ve birinin birden fazla kanala yönelmesi dengeyi bozuyordu. Bu hiçbirimizin ekolojik denge kadar umrunda değildi çünkü biz kanaldan kanala geçerken kimseyi yemiyorduk. Oysa aynı anda birden fazla kanal izlemek isteyenler hepsini yiyordu ve doymak bilmiyordu. Ekolojik denge için endişeleniyorduk ama bu yine de o kadar fazla umrumuzda olmuyordu. Yeteri kadar umrumuzda olmuyordu çünkü biz bir kanala bağlı kalamasak da diğer kanalları izlemek uğruna savaş vermeye hazır değildik. Biz hazır değildik çünkü bizim savaşacak cesaretimiz yoktu. İlgi alanımız farklıydı ve biz sevmeye programlanmıştık ama yine de kendimizden daha fazla sevemiyorduk diğerlerini. Biz kendimizden daha fazla sevemediğimiz için birilerini bencillikle suçlanıyorduk ama modern edebiyatta bencillik pek de utanılası bir şey değildi. Biz modern edebiyattan oldukça hoşlanıyorduk.
Modern zamanlara ise çoktan ayak uydurmuştuk, sadece eskitilmiş mobilyalara ilgi duyuyorduk.
"Goethe'den Ruha Dokunan Düşünceler" yeni adıyla "Ne Demiş Goethe"
Goethe, gerçek bir Faust, İranlı, Hintli, Barbar, Yunan, İtalyan... Bütün milletlerin vatandaşı ve bütün çağların insanı. Zamanın ve mekânın dilediği bölümünde yaşar. Dünya ve tarih has bahçesidir. -Cemil Meriç