Manşet

18 Aralık 2012 Salı

ben şair değilim Arif Bey.



Ne zaman birinin birine üstü kapalı bir şeyler anlattığına şahit olsam sahnenin sesini ardına dek açarım. En gizli anlamları bile anlamaya çalışmaktan başka bir şey düşünemem o an. Ve sahnenin devamını izlemek için birçok şeyden vazgeçebilirim. Bu bir çeşit hastalık olabilir, gizli anlamları kovalama hastalığı. Bu yüzden edebiyat okuyorum bu aralar, bilmediğim ama öğrenmek istediğim ne çok şey var ve bu beni nasıl heyecanlandırıyor bir bilsen.

Geçenlerde seninle bu konuyu konuştuk. Yani elbette sen bu konuyu konuştuğumuzun farkında değildin ve yaklaşık bir saat boyunca bambaşka bir konu hakkında bana anlatacaklarını anlattın durdun. Her cümle hakkında sana söylemeye cesaret edemediğim ne çok fikrim vardı bilemezsin. Zaten hep bunun benzerleri oluyor. Yani öyle çok şekil değiştirdi ki kelimeler. Kelimeler öyle çok şekil değiştiriyor ki. Kimi zaman ne ise o iken kimi zaman olduğundan başka her şeye öyle başarılı dönüşler sergiliyor ki.. kelimeler albayım öyle anlamlara gelmiyor ki… kimi zaman bi kokuyu anlatmaya dili varamıyor. Kimi zaman bir çift gözlükle dünyayı görmüyor. Kimi zaman bilgisayar bir cansız obje olmuyor. Kimi zaman “ben yemek yemek istemiyorum” demek aslında başka istekleri reddediş cümlesi olarak karşımıza çıkıyor. Tavırlar net, eller soğuk, mesafeler katedilmek için var ve.

Mesela o bana bir eşyanın hayatına giriş hikayesini anlatıyor, o eşya ile ilgili benim de kendimce hikayelerim var ancak o bunları bilmiyor ve ben onları anlatmayı boynumu kessen istemem sanıyorum. Açık olabilsek bile, ki bence yeterince açığız, anlatmayı tercih etmeyeceğim hikayeler var. O hikayeler beni ben yapıyor bu yüzden onlardan kaçamam, kaçmam. O hikayeler beni ben yapıyor diye ben o hikayeleri ve diğerlerini terk etmem.

İtiraf etmeliyim ki içimde her zaman fırtınalar kopmuyor, itiraf etmeliyim ki havai fişekler her zaman patlamıyor, bunu ben yapıyorum. Bunu ben yapıyorum ki anlatacak bir hikayem olsun kendime. Anlatacak bir hikayem olsun ki kaçıp gidebileyim kendime, kendimden. O havai fişekleri patlatmasam içimde ben özgürce kırlarda koşup coşamam. Ben kırlarda özgürce koşup coşamazsam çimlerde kim yuvarlanacak? Ben o çimlerde yuvarlanamazsam mesai biter mi? Haftasonunu bekleye bekleye bir ömür geçer mi?

Büyük ikramiye hayali kurmuyorum ama ikramiye hayali kuruyorum ne yalan söyleyeyim. Foton kuşağı geliyor diye ise heyecanım sürüyor.



DEVAMI...

1 Aralık 2012 Cumartesi

Fakat bu şimdi ki zaman. Sıkıcı.




Başım sıkışınca hep rüya görürüm. Bu gece de anlatım bozukluğunu gördüm. Akşam bir yere gitmekten bahsediyorduk seninle ama aslında benim seninle konuşmak istediğim başka şeyler vardı, hep olduğu gibi.

-bu gece oraya gidilmesi gerekir mi? Dedin sen bana.
-ben olsam her gün bir yerlere giderim. Dedim ben sana.
–kimilerini bir yerlere çağırmak her zaman hoş görünmeyebilir. Dedin sen bana.
–bilmemkimler de bu davete icabet edecek ama senin gelmen güzel bir şeydir. Dedim ben sana.
–gidilmesi gereken yerlere gitmeyi canım her zaman istemiyor. Dedin sen bana.
–filmlerde bunun aksi olur. Dedim ben sana.
-Hangi filmlerde nelerden bahsedilir? Dedin sen bana.
–şu filmi izle bence güzel! Dedim ben sana.

Gittim taklidi yaptım sonra. Kapının ardına saklandım.




-akşam parise uçuyorum sen de gelsene

-seninle tüm ülkeleri gezmek istiyorum sen de gelsene

-Seninle tüm filmleri izlemek istiyorum sen de gelsene

-ömrünün kara büyüsü olmak için can atıyorum sonra. Bazen bunu unutuyorum ama.

DEVAMI...

10 Ekim 2012 Çarşamba

Keder vereni




“Nasıl çıldırmadım hayretteyim hâlâ sevincimden
Lisanından ‘seni sevdim’ sözün gûş ettiğim demler”



Çok değil bundan otuz yıl önce birlikteydik.
Sen benim çizgi filmlerden çok hoşlandığımı düşünüyordun. Oysa ben seninle izlemeyi seviyordum onları.
Şimdiyse kendimi birine ait hissederek yatağa giriyorum, başka birine ait hissederek kalkıyorum o yataktan, bu böyle sürüp gidiyor. Zaman zaman korkularım oluyor geleceğe dair ama öyle uzun zamanlar bunun üzerine düşünmüyorum. Gelecekle ilgili kurduğum hayaller hiç uçuk kaçık olmadı çünkü, sen de bilirsin andan bağımsız hayal bile kuramam.
Senin ne kadar gerçekte olduğundan ise geçen mektubunda bahsetmiştin, ürktüm. Senin gibi hayal dünyası geniş birinin bu kadar gerçeğe batık yaşamasına ürküyorum. Çünkü sen kendinin hep farkında olarak yaşamana rağmen kendini büyük ölçüde de inkar ettin. Bu seni yüceltmek değil, olsa olsa kendimi yüceltmek olur çünkü aynısından bende de var.

Yalnızca sen inkar ettin çoğu zaman, bense kabullendim. Bana kabullenmeyi öğrettiği için hayata minnettarım çünkü işler isyanla yürümüyor. İsyan ettiğini bile kabul edebilmeli çünkü insan. “Huz mâ safâ, da' mâ keder” . bitti gitti. Sözde bahsi geçen yalnız düşünce mi, yoksa yalnız hayalden ibaret mi bilmiyorum ama insanın hayal ettiği şey neden insana keder versin di mi ya.. bunu düşündükten sonra banyoya giriyorum. Kendimi ona ait hissederek suyun altında duruyorum, kendimi dünyada yalnız hissederek suyu kapıyorum. Böyle olsa çok korkunç olurdu, üstelik sen de gerçekte yaşadığın için yalnızlığıma derman olacak cümleleri kuramazdın. Oysa ben biliyorum.

Bana bu dünyada asla yalnız olamayacağımı öğrettiğin için teşekkür ederim.




DEVAMI...

6 Ekim 2012 Cumartesi

hangirengi





Bir insanın gözleri kaç renk olabilir onu düşünüyorum. O kadar koşturuyorum, o kadar yoruluyorum ama yine de gözlerinin renkleri kahve molalarıma eşlik edebiliyor. Siyahrengi, kahverengi, elmasrengi, gökrengi, hangirengi…


Bana renkleri anlat diyorum ona ve o art arda cümleler kuruyor. Nur içinde uyandığım sabahlara renkler veriyorum diyor, en mavi sabahlar onlar, öğlen çağı yeşil, beş çayı sırma, akşamüzerleri akşamsefası rengi ve geceler mor.
Niye siyaha boyuyorsun hayallerini o zaman diyorum, ben o renklere dokunmak isterdim. O renklerin üzerini siyaha boyuyorum diyor, sen baktığın zamanlar pastel boyayı kazıyorum, altından yine renkler çıkıyor.

Bu resme hayran oluyorum ve o yüzden gözlerimi kapıyorum ben de. O resme hayran oluyor ve o resim gibi bakıyor. O resmi alıp gözlerimin içine koyuyorum ben de, kahve molalarıma eşlik ediyor.


DEVAMI...

12 Eylül 2012 Çarşamba

La


Zihnimi geçmişin bilgisiyle dolduruyordu. Ve bunun tecavüzden farkı yoktu. Kurduğu her cümle, geçmişime ait her cümleye tecavüz ediyordu ve gözlerim bunu bir şölen edasıyla izliyordu. Şölenlere yakışır elbiseler giymiştiler, öyle parlak. Eve gidince çıkarttım onları çünkü evde gözümü göstereceğim çok göz vardı. Onlar gözlerimi çıplak seviyordu ve gözlerim onlara bakarken kıyafet giymiyordu. Ne çok mutluluk tanımı vardı ve hiçbir tanım birbirine uymuyordu. Bunu söylesem karşımdaki yüzüme anlamsızca bakacaktı ve ben o bakışları görmemek için susacaktım. Gözümün önüne aynı tecavüz sahnesi tekrar tekrar geliyordu ve ben bunu kimseye anlatamıyordum. Mahremini bana kapa diyemezdim çünkü o mahremin içinde kendimi görüyordum. Onun bana mahremini kapaması için benim aynaya bakmamam lazım geliyordu ama bunu yaparsam duyacağım onca iltifattan yoksun kalacaktım ve egom en azından buna izin vermeyecek kadar yüksekti.

Ertesi gün bir inşaata gidecektim ve o inşaatın nasıl şekilleneceğine ben karar verecektim. Hayalimdeki mesleği yapıyor olmak bana bir kez daha keyif verecekti ama ben yeterince keyifli hissedemeyecektim. Mesai bitimi eve dönmeden sokakta kalmak için ayaklarımla kavga edecektim, sonra dizlerimle ve sonra baş ağrımla. Onlar galip olsa da ben elimden geleni yapmış olacaktım ama eve varmak bana yeterince huzurlu gelmeyecekti. Yeni bir kitaba başlayacak ve satırları büyük bir açlıkla görecektim ama o kitabı bitirmiş olmak beni tatmin etmeyecekti. Canım alışveriş yapmak isteyecekti ve dükkan dükkan gezecektim ama vitrinlere bakarken canım son derece sıkılacaktı. Arkadaşıma kahve içmeye gidecektim ardından ve kahvemi içerken koltuk beni öyle rahatsız edecekti ki… sonra kendimi şanslı hissetmek için sebep bulma oyunu oynayacaktım zihnimden. Ben şöyleyim ben böyleyim. Ben o olmak ister miyim diye kendime sorduğumda yine hayır yanıtını aldığımda düşünme yetim iflas edecekti, ben o iflası erteleyecek ve denize gidecektim, dalgaları izlerken, bulutlara bakarken bir şey düşünmemek mümkün müdür?

“aaa ne güzeeelll” desem ben bir buluta bakarken aynı neşeyle tekrar, diyemem, zihnimi geçmişin bilgisiyle doldurdu bir kere. Orda başka bir şey vardı, tecavüze uğrayan.

Haftasonu gitmek istediğim ancak bilet bulamadığım için gidemediğim konsere bir çift davetiye kazanmış olsam, o konsere gitsem ve en sevdiğim şarkıyı dinlesem mutlu olmam.

Zihnimi geçmişin bilgisiyle doldurdu bir kere.


DEVAMI...

11 Temmuz 2012 Çarşamba

hangi bulut içinde






Sen bende sus dalgalar çok güzel. Şu şiiri anlatayım yoluma devam edicem. Bir cümleler kuruyorsun ki ben dilbilgisini unutuyorum sanki yıllarca Türkçe testi çözmemişim. Bir gülmeler koyuyorsun ki öyle gevrek, öyle simit olsa ben yemem, sen yersin, dondurmam gaymak. Ben sana sen bana sus ben sana konuşayım derken bunu dememiştim. Ben sana bir göster ki böyle olmaz hiç demedim. Sen düşüyorsun ben kopuyorum sanki orda değilim. Sen sanki orda mısın orda mısın ben görmedim. Bize bunu çok söylediler o an orda mısın? Bize bunu çok söylediler hep orada ol. Orada ol dediysem olmasan da orda kal. Orada ol dediysem en doğrusu bu olmasa gerek. en doğrusu bu değil, olmasa da gökten elmalar düşüyor. Her hikayenin sonunda o elmalar düşüyor ve ben o elmalar niye düşüyor diyorum başıma. Her hikayenin elmacısı ben miyim? Hayat bakıyorum tam bi sinema, her gün türk filmi izliyorum set aralarında, elbette birbirimize sarılıp ağlayacağız daha güneş batmadı! Elbette ağlayacağız ki seninle bu en güzel. Elbette ağlamalıyız hem bu her filmde olur. Sen ağzınla kuş tut, ben şaşırırım. Sen o kuşu tut ben sana ne şarkılar söylicem. Sen o kuşu tut ama yeter ki tut hiç bırakma. Hiç bırakma denir mi bi insana bunu bir tek sen anla!

Beni de korkutuyor yeşil duvaklı gelinler ben söylüyor muyum? Ben söylesem nerde dalgalar, dışarıda dolunay var! Ben bir bulut olsaydım sen gökte elma, gökte ama! Bugünlerde canım bulut olmak çekiyor, tek bulut ben miyim.. belki ömrüm kısa, bil ki ülkeler kurma. bil ki sen hep bil ki ben bileyim, bileyim sana.



DEVAMI...

4 Haziran 2012 Pazartesi

Seyahat.




Ona tam “bence nefislerimizi biraz olsun şımartmanın bir mahsuru yok” diyecektim ki otobüs geldi. Bindi. Ardından gelen otobüse de ben bindim.


“Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından çıkar. O temayülât, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir.”



Siz hiç biri gibi duran birini gördünüz mü? Kareli gömlek giymiş bir adam tıpkı onun gibi duruyordu. Arka koltukta iki kız oturuyordu. Birisi annesi ile telefonda konuşuyordu. Annesi yurdun bilmem hangi köyünde yaşıyordu. O köyde kurulan pazarda bezelye kilosu 50 kuruştan satılıyordu. Kilosu 50 kuruşa satılan bezelyelerden alan anne, bezelyeyi mevsiminde taze yiyebilmek için bezelyeleri ayıklıyor, kaynar suda sarartıyor, ardından buzlu suya batırıp öyle dipfırize atıyordu. Öyle daha lezzetli olduğunu kızından öğreniyordu. Kızı hastalanan ineğin yavrulayıp yavrulamadığını merak ediyor ve “buzağıladı mı” diyordu. Ben yeni bir kelime duymanın sevincini hissediyordum. Anne, ineğin hastalandığını ve ne yaparlarsa yapsınlar iyileşmediğini anlatıyordu. Kızı “nasip” diyordu, siz elinizden geleni yaptınız, artık nasipten çıkmışsa yapacak bir şey yok. Bir ampül daha yanıyordu. Ben elimden geleni yaptım mı diye ilk defa kendime soruyordum. Cevabım olmuyordu.


Arkamdaki kızın yanında oturan kızın arkadaşları arıyor ve ceplerindeki tüm parayı nargileciye verdiklerini ve beş parasız kalıp eve dönemediklerini anlatıyor, yardım istiyordu. Arkamdaki kız yanındakinden beş lira borç isteyip ilk durakta arkadaşlarını kurtarmaya gidiyordu. Muhakkak günün ve daha bir çok günün konusunu bu mahsur kalma ve bu hayat kurtarma operasyonu oluşturuyordu. Kendimi mevzuusuz hissediyordum. Hayattan alınacak dersler elbette vardır.
Ben elimden geleni yaptım mı diye bir kez daha soruyordum kendime, kardeşim iç sesim olup eylemsiz durmak cinayettir diyordu. Ben kaç katliam gördüm diyordum, susuyordum. Oysa sadece çocuklar sustuklarında gerçekten susuyordu.
Yan koltukta oturan adam ise uyuyordu. Beni parka götür diyordum ona, beni lunaparka götürüyordu. Orda daha mı mutlu oluyordum, bilmiyorum. Tüm düşündüklerimi süzgeçten geçiriyordum. Ben çay süzgeci diyordum o kevgir anlıyordu.
Karşımda da annem oturuyordu. “Siz ikiniz ne zamandan beri konuşuyorsunuz” diyordu. Ergen ben sinirleniyor ve “konuşmak ne demek anne, öyle mi söylenirmiş o” diyordu. O sırada şimdiki ben birden ciddileşiyorve anlıyordu “konuşmak sadece konuşmak değil di mi anne” diyordu. Annem ne dediğimi anlamıyordu.


Yan koltukta oturan adam bir sonraki durakta iniyordu. Ardından “beni bırakıp nereye gidersin” diyemiyordum. İçimden bir ses bağırıyordu “eylemsiz durmak cinayettir”!. Kardeşim hep eylemsiz durduğunu iddia ediyordu. Asıl ben diyordum, hayır sen durmadın hiç diyordu, bu yüzden yalnız değilsin; ben hayır ben diyordum, o hayır sen durmadın diyordu, bu yüzden yalnız değilsin, ben yalnızım diyemiyordum sözümü ayaktaki kadın kesiyordu:
benim olmadığım yere nasıl gidersin?



DEVAMI...

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Zaaf

Ömrümün yumuşak yanı; diye başlıyor mektup, sen zaafsın. Ve zaaf bir mühürdür. Zaaf kaybolmaz. Zaaf yok olmaz. Zaaf her zaman açıkça belli olmaz. İnsanlara zaaflarını anlattığın zaman her şey herkes için kolaylaşır. Ama her zaman değil. Her şey, herkes için, ama her zaman değil. Külotlu çorabın kaçması gibi durur bazen şık bir davete icabet ettiğinde görünen. Kılavuzsuz da görünen bir köy gibi, apaçık ortada. Sen istediğin kadar umursamadan giydiğini iddia et o çorabı, kaçar, kaçık büyür büyür, durmaz. Kaçar. Sana sarıldığı zaman hıçkıra hıçkıra ağlamış, bana yeni söyledi. O kadar derine gömmüş ki acılarını ben bile yeni duydum. Sen de duymamışsın. Sen ona nasihatler veriyormuşsun, şöyle yap böyle yap. Sağlıklı yaşam tüyoları. Senin ağzından çıkan her lafı önemser ama o sırada seni dinlemiyormuş. Bunu sen biliyormuşsun ama görmüyormuşsun o sırada. Sen bildiğin her şeyi görmezmişsin çünkü kör yaşamak lal yaşamaktan daha kolaymış senin için. Karşındaki lal olunca da ürküyormuşsun –ya da öyle görünüyormuşsun- çünkü bir gevezenin lal olması bir kartalın kör olması kadar acı veriyormuş aslında sana. Bana anlattığını bilsen çok kızacağın daha nicelerini anlattı da demiyorum sana. Üzerinde durduğu bir cümle varmış onun. Sana bunu hiç söylememiş. Peki bunu nereye koyucaz diyecekmiş sana, sen yeni evini gezdiriyormuşsun ona o sırada, sana bunu nereye koyucaz diyecekmiş. Onu koyacak bir ev yok demek, bu evde yer yok ile onu sığdırabileceğim bir ev yok gibi zıt manalara geldiğinden soramamış. Susmuş. Elektrikler kesilmiş o sırada. O lalken sen onu görebildiğini fark etmişsin ışık olmasa da, o da bir yere koyamadığı şeyin adını koymuş orda.. Ömrümün dünya turu; diye bitiyor mektup. En sevdiğim mevsimdeyim.
DEVAMI...

18 Nisan 2012 Çarşamba

karnı ağrımasın.



Onunla sohbet ederken kendim kendimi bir yangının içine atıyor. Önce saçlarım yanıyor. Sonra gözlerinden bir çocuk yangına su döker gibi oluyor. Döker gibi oluyor çünkü aslında o bardağın o yangına yetmeyeceğinin farkında. Yangın su içmek istiyor ve dünyanın bütün suları ona şelale olsa az. Saçlarım yanıyor. Saçımın ucu yansa benim neden içim yanık oluyor bunu düşünüyorum. Rüyamda yanan evler görüyorum. Yanan evler bitişleri simgeliyor. Onunla sohbet ediyorum. O bana tarih döküyor ben ona coğrafya çiziyorum. Resim defterindeki sıradağlar arasına sıralanan evler de yanıyor. Biz evlerin içinde olmuyoruz. Evler deprem yönetmeliğine uygun yapılıyor ama biz evlerin içinde olmuyoruz. Evler tarihi eser statüsünde kalıyor ama biz evlerin içinde olmuyoruz. Üstelik evlerin içinde olmamamız evlere sığamadığımız için değil. Daha kötüsü de var. Evler denize bakıyor. Deniz onlara. İçimde deniz, yangın, şelale daha…

Sonra aynaya bakarken kusurlarımı görüyorum. Sonra poz veriyor yine kusurlarımı görüyorum. Oysa ben kusurlarımla kabulümüm sonrasını bilmiyorum. Kul hakkı boy veriyor, ben kulaç atıyorum. Vicdanımı vicdan yapan her şey varken muhasebeden çakıyorum. Tarafsız bölgede bile nerede duracağımı şaşırıyorum. Üstelik bu kararsızlıktan değil, kararlarımı kendim almıyorum. (başım öne eğik, işaret parmağım yukarı dönük, hazırolda bekliyorum)

Rengarenk balonları vurmuşlar diyorsun, balona kurşun işler mi? Kim bilir bilmediğim ne çok şey biliyorsun, ben susuyorum. Sonra onlar konuşuyor sen susuyorsun. Ben susarken hayalgücünde gezintiye çıkmaya bayılıyorum, sen susarken hayallerime bombalar yağıyor. Sonra Benjamin Button bakıyor gözlerinden. Kim bilir bilmediğim ne çok şey susuyorsun. Ben sana gözlerimi kaçırmıyorum diyorum, sen gözlerinsiz bakıyorsun. Ben gözlerin olurum o zaman diyorum, sinirleniyorsun. O öfke midemi rahatsız ediyor, alca-seltzer iyi gelmiyor. Bütün ağrı kesicileri sokak köpeklerine armağan ediyorum. Kediler beni çok seviyor.







DEVAMI...

9 Nisan 2012 Pazartesi

salıncak


Dünya meseleleriyle kafam son derece meşgulken gökten bir salıncak indi. “Salıncakta salınsak” dedim ona, “dünyanın üzerinden geçsek gitsek”.. “öyle yapmıyor muyuz zaten” dedi. O bunu söylerken benim kafam dünya meseleleriyle son derece meşguldü. Sağ olsun kırmadı beni, salıncağa bindik.

“Siz hiç salıncaktan düştünüz mü?”

Ben düştüm, sonra salıncak başıma çarptı, alnım morardı. Ama geçti sonra. Bizim mahallede Trabzonsporlu bir terzi vardı. O gün ona gidip “incecik iplikler nasıl kocaman kumaşlara dönüşüyor hiç anlamıyorum” demiştim. O gülmüştü. Üç belki dört yaşındaydım. Kapısının üstünde asılı bir Trabzonspor bayrağı vardı, “seni de Trabzonlu yapalım” derdi. Bir de o saten yorganların üzerine oturup onunla saatlerce ne konuşurdum hiç hatırlamıyorum. “Bir gün senin çeyizine de böyle kırmızı güzel bir yorgan yapacağım” demişti, “çeyiz ne demek” diye ona sormadım, ama çok sevinip anneme söylemiştim onu hatırlıyorum. Hafızamda bu kadarı kalan bir çocukluk anısının beni mutlu etme hali.. ama incecik iplikler nasıl kocaman kumaşlara dönüşüyor hala bunu bile anlamıyorum.

Yol ayrımları ise beni hep parçalıyor, “yolları ayırmasak hiç” diyorum, kesişen yolların ayrılma ihtimali bile beni tedirgin etmeye yetiyor. Dünyam sarsılıyor. Bana sunulan şey ne kadar iyi olursa olsun korkuyorum. Daha güzel evler, daha eğlenceli meşgaleler ve hatta daha çok sevgiler bile sunuluyor olsa, olursa olsun diyor bir yanım, susmuyor. O bir yanım ne zaman bir yol ayrımına gelse ağlayarak yokuş aşağı koşuyor. Ben yokuş aşağı koşuyorum, hem ağlıyorum, sanki arkamdan kuduz bir köpek kovalıyor. Ben koşarken içimdeki yokuş yukarı çıkamıyor, nefesi kesiliyor, dünyayı taşıyamıyor.

Bir gün Haydarpaşa’daydık, kollarımı iki yana açmışken ben, güneş altın altın parlıyorken, sevinçten ölüyordum. Ben sevinçten ölüyor ve çığlık gibi “aman Allahım bütün bunlar bizim için mi” diyorken O Haydarpaşa camiinde ses oluyordu. İrkiliyordum. Göğsümdeki altın ışık sıcakken, tenim buz kesiyordu. Orda bütün yollar birleşiyordu.

Sonra telefonum hiç susmuyordu ve herkesin çok önemli işleri oluyordu. Beni yalnız “bir yuvası oldu bakan gözler” sevindiriyordu. Bu yüzden bu işi seviyordum. Köklerimizin aynı topraktan geldiğini duyan adamların gözleri ışık saçıyor yuvalarından çıkıyordu, gün içinde gözlerimle sevgiler dağıtıyordum. Gülümsüyordum çünkü gülümsememek suç geliyordu. Gülümsüyordum ama gözlerimle gülümsemesem günah sayıyordum. Gülümsüyordum ama sen bazen öyle bakıyordun ki gülümsemesem mi acaba diyordum. Seni önemsiyordum.

“Seninle bir gün sahilde otursak ve sabaha kadar hiç susmadan konuşsak” dedi, “öyle hasretim”. “salıncaktan inince yaparız” dedim. Ayağım havaya basıyordu. Ama ben zincirin kopma ihtimalini düşünüyordum. Aklımdan bu düşünceyi kovuyor ve ayağımı havanın içinden geçirirken ağlayacak gibi oluyordum. Ayağım yere basıyorken havada yürüdüğümü hissetmiştim daha önce. O buna benzemiyordu. Zincirin kopmasından korkmuyordum. Sonra yokuş aşağı ağlayarak koşuyordum. Ben koşarken içimdeki yokuşu çıkamıyordu.

Salıncak iniyordu sonra. Bir yerimize bir şey olmadan yere ayak basıyorduk. Sen benim elimden tutuyordun benim aklımdan “ben eskiden bu kadar korkak, bu kadar tedirgin, bu kadar cesaretsiz değildim” geçiyordu. Sen elimi tutuyordun sonra. İçimden bir lunapark bağırmak geçiyordu: siz hiç salıncaktan düştünüz mü diye. Çünkü ben düşmüştüm, biliyordum.


DEVAMI...

6 Şubat 2012 Pazartesi

perde.


O gün sana “bak perdelerini kaldırdın işte!” deseydim belki sen bunu da hatırlayıp unutmuş gibi yapardın ama ben bunu sana demiş olurdum. Bazı cümleler hiçbir şeyi değiştirmez ama hafızalarımıza “anı” ekler. Hafızalarımıza anı eklenince bizler daha ağır oluruz. Sonra mesela sevdiğimiz biri bize verdiği değerden söz açtığında içimizde bir ceylan seke seke çaydan geçebilemez. Çünkü o anılar bizi ağılaştırdıktan sonra bizim olaylara verdiğimiz tepkiler değişmese bile olaylar karşısında hissettiğimiz şeyler değişir. Acı eşiğimiz yükselir bir kere o kesin. Kadınların acı eşiği her zaman erkeklerinkinden yüksektir, acı hafızaları ise yoka yakın. Sen sırf bunu bildiğin için jilet sanatında ustasın. Söz sanatı benim işim. Kendim çalıp kendim oynuyorum. Belki sırf kendimi inandırmak için cümle kuruyorum, kendime. Çünkü yaşadıklarımı yazıyorum ama onları gerçekten yaşıyor muyum bilmiyorum.

O gün sana “bak perdelerini kaldırdın işte, duvarların yıkıldı,o kadar da zor değilmiş değil mi!?” deseydim, keşke deseydim.


Hepsini bunun için dedim.





DEVAMI...

16 Ocak 2012 Pazartesi

evdeki ses



Bana dedi ki: aynı şeyi tekrar tekrar anlatıyorsa dokunma, belki anlatırken mutlu olduğu içindir.


Müdahale etmeme imkan yoktu çünkü o anlattıkça bilmemezlikten geliyordum devamını bildiğim sahneleri bir bir duyarken. Aramızda havadan başka hiçbir şey yoktu. Nefesler alınıp veriliyordu ve tutulmuyordu bir kez olsun. Renkler hafızalarımızda birer resim oluşturuyordu ve ben bir kez daha aynı resme inandığımıza şahit oluyordum. Ama bunun bir önemi yoktu.

O zaman nasıl olacak? Dedim ona. Zihnimizde bunca şey tazeyken ve daha da önemlisi gerçekken. Gerçeğin tek olduğunu kim söyledi" diyordu içimdeki diğer ses. O diğer ses beni hep susturan sesti. Ben o sesi dinliyordum. Avaz avaz doğru susuyordum. Gerçek duruyordu. Beni bir gerçek duyuyordu. Ben gerçeğe susuyordum. O tam yanımda oturuyordu.

Sonra kalkıp camiye gidiyordum. Camiye giderken yanımdan bir kadın ve kızı geçiyordu. Zihnimdeki ses: anacığım bulaşıkları bitirdikten sonra dışarı çıkmadan göz makyajımı tamamlayacak kadar vaktim olduğunu söyledi, diyordu. Bu cümle dikkatimi çeken kızın abartılı göz makyajını bilinçaltımın bana bildirme şekliydi. Ben o sese doğuştan alışkındım çünkü o bana “yaz” demişti bir kere, “içinde tutamıyorsan yaz” . Ben senin sesine rüyamdan alışkındım çünkü o ses bana “sus” dedi, “içinde tutamıyorsan sus” ! Ben onun sesine alışkın oldum çünkü o “anlat” dedi, “içinde tutamadıklarını anlat”. Anlattım. Anlattı.

Yine de susmam gereken yerlerde susuyorsam bu seni de dinlediğim içindir. Ve yine yazmam gereken yerde yazıyorsam beni anlayan olduğu için.

Camiden geçerken gördüğüm kızın makyajının da aslında bir önemi yoktu ama göz kapakları gözümün önünden gitmiyor. O seslerden biri bazen susuyor.













DEVAMI...